2005 yılıydı.

Işıklar içinde yatsın, sevgili dost Nihat Nikerel dedi ki:

“Mehmet, Erkekçe dergisi yeniden çıkıyor. Bu dergiye senin de yazı yazmanı istiyorum.”

“Olur” dedim, ama Erkekçe “erotik” olarak bilinen bir dergi; ne yazabilirim ki?...

Elimde 1960’lı yılların sinema dergilerinden bazı sayılar vardı.

Ve tabii, sihirli dünyanın o yıllardaki efsanelerinin resimleri…

En iyisi galiba, çocukluğumun sinemalarını anlatmaktı, bu resimlerden de serpiştirerek…

“Yaşam sinemadan mı ibaret?” başlıklı ilk yazımda anlatmışım ki; sinema her şey o zaman…Hatta, “yaşam mı sinemaydı, sinema mı yaşamdı?” diye sormuşum yazının bir yerinde.

Ve yine, “Sinema perdesinden yaşadığımız dünyanın gerçeğine inmemiz epey zaman aldı doğrusu. Ama, ayaklarımız yere değmeye başladıktan sonra da sarıp sarmalamaya devam etti bizi büyülü perde. Öyle bir tılsımı vardı ki…” ifadesini kullanmışım.

Bir sonraki sayıda, yazımın başlığı: “Bir Yeşilçam vardı ya bilmediğimiz…”

“Sinema önünde incir ağacı”

“Meyhanelerde akşam olunca”

“En kestirme kız tavlama taktiği”

“Aşkın gözü kör mü acaba?”

“Hamam buharında kadın siluetleri”

“Kış ağır geçer bizim oralarda”

…Erkekçe’nin elimin altındaki sayılarından çıkardığım yazı başlıkları bunlar.

Daha birkaç yazım daha çıktı, dergi yeniden kapanıncaya kadar.

Her sayısında bir yazım mutlaka yer aldı. Ve dergide, “sinema yazarı” diye gösterilmeye başlandım.

Oysa, sinema ile “tutkulu bir izleyici” olmanın ötesinde hiç ilgim yoktu.

Çocukluğumun sinemalarını, duygusal bir dille ve kimi zaman da komiklikleri öne çıkararak anlatmışım ki, yazılarımın çok okunduğunu ve çok beğenildiğini söylüyordu derginin yöneticileri.

Bu yazılarda “aşka dair” söylediklerime getirmek istiyorum sözü.

İlk gençlik yıllarımızda, başımızda kavak yelleri esmeye başladığı zaman, Yeşilçam’dan esinlenerek vardık “delikanlı adam aşık olmalı” yargısına…

Acele tarafından aşık olduk.

Aşık olduğumuzu sandık.

Aşk vardı, sahiciydi, ama böyle değildi kuşkusuz, olmamalıydı. 

Sonra, gele gele “Devrimci adam aşık olmaz” modasına geldik.

Hele bu hiç gerçek değildi.

Devrimcilik, ülkücülük, muhafazakârlık tanımayacak kadar güçlü bir rüzgârdı aşk.

Her engeli yıkıp geçecek kadar güçlü…

Son sözü de Attila İlhan söyledi zaten aşkta dair: Ben sana mecburum!

Erkekçe’ye yazdıklarımı “Düş yorgunu zamanlar, zamana yenik düşler” başlığı altında toplamıştım da, Sıcak Saatler’in Cehennem Cevdet’i, Kurtlar Vadisi’nin Seyfo Dayı’sı, Ağır Roman’ın Arap Sado’su sevgili Nihat, “Bu ne muhteşem tanımlama, kıskanıyorum!” demişti.

Gerçekten de, düşler yordu zamanları bizim kuşağın yaşamında; ama zamana yenik düştü sonuçta düşler de…

Ülkenin en çalkantılı dönemlerinde, sevmeyi, sevilmeyi yeterince duyumsayamadan tükettik zamanları.

Biraz ıskaladık sanki doğanın bahşettiği bu en güzel duyguyu…

Kendimizi bu sımsıcak büyünün kollarına bırakmakta sanki biraz çekingen davrandık.

Sevmedik, sevilmedik değil, ama hep daha önemli (!) şeyler oldu yaşamımızda.

Oysa, aşk hep “en önemli”ydi yaşamda, öyle de olmalıydı.

Hep “en önemli” olmaya da devam edecek dünya durdukça.

Sözü, unutulmaz şiiriyle unutulmaz Attila İlhan’a bırakmadan, tüm sevenlerin Sevgililer Günü’nü kutluyorum.

Sevin, sevilin, mutlu olun.

Sevgisiz yaşamın hiç yaşanmamış gibi geldiğinin ayırdına varmayı beklemeden…

Geç kalmadan…

Mehmet YOLYAPAR

 

 

 

BEN SANA MECBURUM 
 
 
ben sana mecburum bilemezsin 
adını mıh gibi aklımda tutuyorum 
büyüdükçe büyüyor gözlerin 
ben sana mecburum bilemezsin 
içimi seninle ısıtıyorum. 
 
ağaçlar sonbahara hazırlanıyor 
bu şehir o eski istanbul mudur 
karanlıkta bulutlar parçalanıyor 
sokak lâmbaları birden yanıyor 
kaldırımlarda yağmur kokusu 
ben sana mecburum sen yoksun. 
 
sevmek kimi zaman rezilce korkuludur 
insan bir akşam üstü ansızın yorulur 
tutsak ustura ağzında yaşamaktan 
kimi zaman ellerini kırar tutkusu 
birkaç hayat çıkarır yaşamasından 
hangi kapıyı çalsa kimi zaman 
arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu 
 
fatih'te yoksul bir gramofon çalıyor 
eski zamanlardan bir cuma çalıyor 
durup köşe başında deliksiz dinlesem 
sana kullanılmamış bir gök getirsem 
haftalar ellerimde ufalanıyor 
ne yapsam  ne tutsam nereye gitsem 
ben sana mecburum sen yoksun. 
 
belki haziran’da mavi benekli çocuksun 
ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor 
bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden 
belki yeşilköy'de uçağa biniyorsun 
bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor 
belki körsün kırılmışsın telaş içindesin 
kötü rüzgar saçlarını götürüyor 
 
ne vakit bir yaşamak düşünsem 
bu kurtlar sofrasında belki zor 
ayıpsız   fakat ellerimizi kirletmeden 
ne vakit bir yaşamak düşünsem 
sus deyip adınla başlıyorum 
içim sıra kımıldıyor gizli denizlerin 
hayır başka türlü olmayacak 
ben sana mecburum bilemezsin
               
Attila İLHAN