Sokaklar ıssız, sayfalar bembeyaz.
Ucu yırtık bir mektup, üşüdüm biraz.


Kimileri seçimle iş başına geldi. Bir yolunu bulup yerini korudu. Gün geldi, mirasını oğluna bıraktı. Geçtiğimiz günlerde demokrasiyle yönetilen ülkelerin birinde seçimler yapıldı.  Daha sandıklar kapanmadan sonuçlar açıklandı.  Babasının makamını yüzde seksenin üzerinde seçmenin oyu ile yeniden kazandı. Detaylı bir araştırma yapamadım. Ancak bildiğim kadarıyla ülke yöneticilerinin ezici bir çoğunluğu aynı soyadını taşıyor. Geriye kalanlar ise enişte ve bacanaklar olmalı.

Demokrasinin açık ve anlaşılır bir biçimini kınamak doğru değildir. Elbette çeşitleri olacak. Her ülkede bire bir aynı şekilde uygulanacak değil.

Kimileri darbeyle geldi. Şanslı olanlar babalarından miras aldı. Kendi aşiretinin adını ülkesine verdi. Hepsi Arap’tı; diğer türlü kimin hangi Arap olduğunu nasıl ayırt edeceğiz böyle olmasa.

Ülkelerinde su kaynakları bile petrol kuyularına dönüşmüş. Bitmek tükenmek bilmiyor. Nerede kullanacaklarını bilmedikleri silahlara her yıl inanılmaz paralar harcıyorlar. Kendi ülkelerinde içki haram olduğu için özel uçaklarıyla başka ülkelere alkol tüketmeye gidiyorlar. Komşu ülkelerde insanlar açlıktan susuzluktan ölüyormuş; kime ne?

Derdi seni mi aldı diye soran olmaz mı?

Biz oturup kendi derdimize yanalım. Ülkelerinde yaşayan insanların sesi çıkmıyor. Seçim, demokrasi gibi anlamsız işlerle uğraşmıyorlar.

Bazı kendini bilmez ülke liderleri idare etmesini bilmedikleri için başları dertten kurtulmuyor. Demokrasi ihracatı yapan ülkeler gerekeni yapmak için kollarını sıvayıp işyerine tank tüfek gönderiyor. Masa başında harita üzerinde çizdikleri sınırları korumak elbette onların hakkıdır. Sınırları korumak, gereken değişiklikleri yapmak; aynı dili konuşan, inançları farklı olan yine de bir arada yaşamasını bilen insanları yönlendirmek onların görevidir. 

Bu ülkelerde yaşayan insanlar barbar, uygarlıktan yoksun insanlardı. Onları yönetenleri yönetme hakkını kendilerinde bulanlar zamanı geldiğinde sessiz kalamazlardı. Ara sıra küçük ricalarını yerine getirmeyen haddini bilmezleri makamlarında tutmak doğru değildir.

Gün geldi, kimsenin aklından geçirmediği ülkelerde insanlar sokakları doldurdu. Gösteriler günlerce sürdü. İnsanlar gece gündüz demeden sokakları doldurdu. Güvenlik güçleri gösterileri engellemek istedi. Göstericilerin sayısı arttı, çatışmalar başladı. İnsanlar öldürüldü. Daha büyük çaplı gösteriler yapılmaya başladı.

Kim, kimi öldürüyordu; kim bu olayları başlatmıştı belli değildi. Televizyon kanalları altın madeni bulmuştu! Sokaklardan canlı yayınlar yapmaya başladılar. İnsanların demokrasi isteklerini anında bütün dünyaya duyurdular. Barbar insanlar bir anda uygar oldular.

Sokaklar, ellerinde silah olan insanlarla doldu. Kullanılan silahlar öyle sıradan silahlar değildi. Canlı yayında uzman olduğu belli olan birileri ölüm kusmaya başladılar. O insanlar kimlerdi, hangi ülkelerden gelmişlerdi, kimler onları destekliyordu belli değildi. Sadece bilmesi gerekenler biliyordu. İnsanlar bırakalım sokakları, evlerinde öldürülüyordu.   Her türlü silah, ülkeye demokrasi getirmek için kullanıldı. Öldürülenler suçsuz, ellerinde silah olmayan insanlardı. 

Öldürenler kimlerdi?

Demokrasi aşığı bazı ülke liderleri aynı kaynaktan geldiği belli olan sözleri unuttular. Bir anda kendi ülkelerinin sorunları unutuldu. Silahlar, ülke liderleri yıkılıncaya kadar susmadı. Bir ülkeye demokrasi geldi; olaylar komşu ülkelere sıçradı. 

Peş peşe ülkelerin zalim liderleri yıkılmaya başladı. Gözlerden kaçan bir ayrıntı vardı. Demokrasi savaşçıları ne hikmetse bazı ülkelere hiç uğramadı. Aslında onların da komşularından bir farkı yoktu, ama ülkede yaşayanlar sessizdi.

Kendi ülkeleri cehenneme dönen insanlar, çaresiz kalıp ülkelerini terk etmek zorunda kaldılar. Onlar, insan kaçakçılarının, insan tüccarlarının ellerine düştüler.  Denizlerden insan cesetleri toplandı.

Canlarını kurtaranlar başka ülkelere sığındılar. Çaresizlik onların yakasını bırakmadı. Kaç tanesi beyaz kadın ticareti yapan, insan bedenleri parçalayıp satanların eline düştü bilinmiyor. Yeniden ülkelerine gitme fırsatı bulsalar neleri düşünür, bilemiyorum.

İlk bakışta ülkesini tercih edenler mülteci kabul ediliyorlar; Birleşmiş Milletler’den maaş alıyorlar zannediliyor.  Bildiğim kadarıyla mülteci kabul edilmeleri zaman alıyor. İşlem sonrası onları B.M. dilediği ülkeye gönderiyor.

Çaresiz kaldıklarından en ağır koşullarda çalışmak zorunda kalıyorlar. Kamplarda yer alan çadırlarda yıllarca yaşamak için çırpınıyorlar.

Onları sokakta çöp toplarken gördüm. Görünüşe bakılırsa komşu bir ülkeden gelmişlerdi. Ailelerinden kaç kişi yaşamını kaybetmişti, kaç kişiyi ülkelerinde bırakmışlardı bilemiyorum. Görebildiğim kadarıyla aile boyu çöp toplamaya çıkmışlardı.  Küçük çocuklarını güven içinde bırakabilecekleri bir akrabaları, komşuları yoktu.

Şairin söylediği gibi bir kedileri bile yoktu, ama yine de gülümsemek zorundaydılar;  gelecekleri olan çocuklarını ümitlerini yaşatabilmek için.

Anlıyor musun?