Türkiye, bir yandan FETÖ, PKK, IŞİD gibi terör örgütleriyle ve onların arkasındaki karanlık güçlerle baş etmeye uğraşırken, diğer yandan da ekonomik krizin eşiğinde, her türlü komployu, kumpası, çökertme girişimini savuşturmaya çalışıyor. Mehmetçiğimiz sınır ötesinde kahramanca çarpışıyor.

Özetle Türkiye Cumhuriyeti, tarihinde belki de hiç yaşamadığı şekilde, korkunç bir ateş çemberinin içinden geçiyor. Bu koşullarda, adına “Cumhurbaşkanlığı sistemi” denilen yeni bir yönetim sistemine geçmek üzere referandum sandığına gitmeye hazırlanıyoruz.

Anayasa değişikliği teklifinin TBMM’deki görüşmeleri sırasında “demokrasi kültürü” ile bağdaşmayan pek çok olay yaşanmış olsa da, oylanacak değişiklikler başlı başına “seçmeni ikiye ayırıcı” bir nitelik taşısa da, referandum sürecinde yurt sathında “demokratik olgunluğun” egemen olacağına olan inancımızı ve umudumuzu korumak istiyoruz.

Zira, bu süreçte ortaya çıkacak keskin cepheleşme ve kutuplaşmalar, hain darbe girişimi, dış mihrakların tezgahları, dış politika faturaları, çoğunlukçu anlayış ve benzeri psikolojik faktörler nedeniyle zaten “pamuk ipliğine bağlı” hale gelmiş toplumsal moralimiz üzerinde onarılmaz yaralar açabilir. Referandumdan çıkacak sonuç, kazananlar için bir “Pirus Zaferi”ne dönebilir.

Referandumda, adı farklı sunulsa da, “başkanlık sistemi” ile “parlamenter demokratik sistem” arasında bir tercih “milli irade” tarafından ortaya konulacaktır. Bu, hiç kuşkusuz, cumhuriyet tarihinin en büyük dönüm noktalarından biridir. İşin önemine uygun biçimde, propaganda aygıtları en etkili biçimde işletilecektir, ama bu, halkı kutuplaştırmaya değil, ikna etmeye yönelik olmalıdır. Demokratik biçimde, soğukkanlılıkla ve sağduyuyla…