Hava çok güzeldi bugün. Akşama kadar güneşin sıcaklığı tenimizden kemiklerimize işledi. Kumun sıcaklığı da ayaklarımızdan, dizlerimize... Günümüz, bedenimizin ve ayaklarımızın yanmasına karşın çok güzel ve neşeli geçti.

Güneş kaybolmak üzereydi ufuktaki denizin sıfır noktasında. Sahil kalabalıktı hâlâ. Kimi, henüz sıcaklığını kaybetmemiş kumlar üzerinde oturuyor, kiminin kolları yanındakinin omzunda, kiminin de sevgilisinin beline dolanmıştı. Güneşin batışı herkese birşeyler anımsatıyor, birşeyler çağrıştırıyor, bunlara karşın bir noktada buluşturuyordu. Güneş, sakin ve dümdüz denizi öptü öpecekti. Güneşin denizle vuslatı vardı her akşam. Bu vuslat, kalabalık tanıksız kalmıyor, seyrine de doyum olmuyordu.

Güneşin ufuktaki kızıllığının kaybolduğu ve karanlığın başladığı vakitlerde bile, sahilin güzelliğinin yarattığı hülyalardan kurtulmak olası değildi. İmbatın çıkışı ise, gündüzden kalan sıcaklığı ve yakalanan esinleri yok etme çabasında idi. İmbatın yoğun hakimiyeti ile de öncekilerden eser kalmadı ve sahilde kimsecikler görünmez olmuştu.

Çanakkale Boğazı’nın çıkışındaki Gökçe Ada’nın tam Avlaka Burnu’nad, denizin kenarında bir evde idik. Karanlık çökünce imbat da bitmiş, sanki uykuya çekilmişti. Akşama göre dışarısı sakin, ancak serindi. Sahilin bu sakin ve serinliğe bürünmesinin sonunun kötü olacağını düşünemezdik. Bölgeye yeni gitmiş, ‘yirmi dört saatlik mevsimin’ nasıl olacağını bilmiyorduk çünkü. Ne de olsa mevsim yaz, beklentimiz de hep sıcak güneş, sakin akşam ve geceydi. Ama Gökçe Ada’nın önceki adının İmroz olduğunu; İmroz’un da çok sert rüzgar olduğunu unutuyor ve düşünmüyorduk bile...

Günümüzün coşkusu ve akşamın neşesi ve de yorgunluğu ile daldık uykularımıza. Kimileri rüyalarında da bu coşkulu günü yaşıyor olmalılardı kuşkusuz...

Gece yarısı, rüyalarımızı terkederek müthiş bir gürültü ile uyandık. Çok sert bir rüzgarın bölgemize hakim olduğu, çalkalanan denizin dalgalarının kayaya çarpan sesi, bizleri rüyalarımızdan koparıp, uykumuzdan uyandıracak kadar coşkuluydu. Denizin hemen kenarındaki evimizin çatısı sanki uçacak gibiydi. Herkes uyanmış ve endişeliydik. O yörede yaşayan ve bizimle beraber olan birkaç kişinin bizleri ‘yatıştırması’ ile yataklarımıza yatıp, kuşkulu düşüncelerle tekrar uykuya daldık...

Sabahın ilk ışıkları ile kalkıp, pörsümüş bedenlerimizi harekete geçirmeye çalıştığımız saatlerde, denizin de bizler gibi sakinleştiğini, denizin geceki çalkantısının yorgunluğunu atarcasına, geniş ve dümdüz, masmavi bir ova haline dönüşünün doyumsuz seyrine daldık.

Bir gün önce feribotla Çanakkale’de Gökçe Ada’ya geçişimiz de öyle olmuştu. Kızgın bir güneş, güvertede kıyı ve deniz seyri, denizin ortasında ‘deniz patlaması’ ve çok sakin olarak güzel Gökçe Adamıza inişimiz.

* * *

Sabahın erken saatinde Çanakkale’ye ‘indiğimde’ şaşırdım desem yalan olur, Çanakkale’yi ilk defa görüyodum çünkü. Çocukluğum ve öğrencilik yıllarımda gözümde canlandırdığım, hayallerini kurduğum, özlemini duyduğum ‘Gönlümün Çanakkalesi’ burası olamazdı. Şimdilerde nasıl bilmiyorum ama, uğrunda binlerce şehit verilen, adına marşlar bestelenen, sayfalarca destanlar ve şiirler yazılan... Çanakkale Boğazı’nın Çanakkale’sini ben, savaş filmelirnin sonunda, zabdedilen kalelerin altındaki yeni kurulan şehrinin canlı, hareketli, bakımlı bir şehir olarak ‘Gönlümün Çanakkalesi’ni görmeyi arzuluyordum; yanılmışım.

‘Yedi Düvel’e karşı susmak bilmeyen azametli sahra topunun valilik binası önünde mağrur, ancak sessiz duruşu beni mahzunlaştırdı. Topun başında Seyit Onbaşı’yı görür gibi oldum. O saatler ziyaretçileri ben ve ailemdi. Seyit Onbaşı sırtında/kucağında iki yüz elli kiloluk topla dimdik duruyordu adeta.

Rıhtımın ilerisindeki sembolik Turuva Atı’nın, sayfalar dolusu öykülerini kendimizden geçercesine nasıl da okumuştuk. Sanzki Zümrü-dü Anka gibi, bir masal kahramanı idi bizler için. Evlerin yanında sessiz, hareketsiz, ‘kişnemeden’ duruyordu.

(SÜRECEK)