16 Kasım tarihli yazımda; “Usta sazların eşliğinde, usta bir sesten kaliteli bir müzik dinlemek isterseniz adres Macide Restoran” demiş; ustaların, hakkını vererek seslendirdikleri Neşet Ertaş türkülerinden söz etmiştim.

Bir okurum, gönderdiği yorumda; “Niye Neşet?” deyip, bazı sorular yöneltmiş bana.(Henüz gördüm.)

!!??...

Önce bir noktada anlaşalım;

Çizgi ötesi, ulusal bir değerimizi; asker arkadaşın gibi sadece ön adıyla anamazsın güzel kardeşim.

“Neşet” değil; “NEŞET ERTAŞ” o

* * *

Işıklar içinde uyusun; icra ettiği sanat türünün en büyüğü idi…

Bir Neşet Ertaş daha gelir mi, bilemiyorum.

O, hayatı türküyle kucaklayan, hayata türküyle tahammül eden, türküyle öfkelenen; Karacaoğlan’lardan, Pir Sultan Abdal’lardan gelen bir geleneğin, son temsilcisi idi.

O, türküyü çığlığa dönüştüren, gelmiş geçmiş türkücülerin tartışmasız en büyüğü ve bozlağın(1) son sesi idi.

O, bozkırın çoraklığını, yalnızlığını ve yoksulluğunu bir çığlık gibi haykıran adamdı...

O, bozkırların tezenesiydi (2)...

O, garip olmanın, acı çekmenin, çile doldurmanın, yokluğu yaşamanın, alçak gönüllülüğün ve sadeliğin adıydı.

O, türküleri büyük kentlere taşıyan, yaptığı bozlak ve hançeresinden çıkan ses nedeniyle; Avrupa’nın, hatta Japonya’nın çeşitli üniversitelerinde araştırma ve doktora tezi konusu yapılan Muharrem Ertaş Usta’nın oğlu ve çırağıydı...

500’den fazla beste ve güftenin sahibiydi O…

O nedenle, yeri doldurulamaz bu sanatçıyı, hiç kimse asker arkadaşı gibi ön adıyla anamaz, anmamalı.

* * *

O bu dünyada anlaşılamamış, değeri bilinememiş, hakkı yenmiş, sömürülmüş bir sanatçı.

Onun türkülerini söyleyenler ödül aldı, onun hatırını soran olmadı.

Olur olmaz pek çok sanatçı, “devlet sanatçısı” oldu, o olamadı (oldurmadılar).

Ama tüm sanatçılar, onun türkülerini okudu ve okuyor.

O hayatta iken onun iznini almadan, ona telif ücreti ödemeden, onun bestelerini çalan, çarpan sanatçılar(!); şan, şöhret, kazandı; paraya para demedi.

Bir yerde okumuştum ya da dinlemiştim sanırım bir söyleşi yapılmıştı kendisiyle.

O söyleşide Rahmetli; “Bu duruma üzüldüğünü ama onlara kızmadığını, onları hiçbir zaman mahkemeye vermeyi, düşünmediğini…” söylüyor; onlar için tek bir kem söz sarf etmiyor; “...haksız olandan, hak talep etsen, ne olur ki!?...” deyip, soruyu geçiştiriyordu...

Doymuşluğa, alçak gönüllülüğe, olgunluğa ve de büyüklüğe bakar mısınız?

Böyle bir yaklaşımı, kaç sanatçıda görebilirsiniz?

* * *

Ben, en güzel sevda türkülerini, ondan dinledim...

  1. ıları, dertleri, sevdaları, elemleri; türkü olup dökülüyor, dilinden...

Türkülerimizin pek çoğunu, onun yorumladığı şekilde, onun yorumuyla sevdim...

O ne zaman, “...Gönül Dağı...” dese; O ne zaman, “...Mühür Gözlüm...” diye seslense; O ne zaman, “...Kendim Ettim Kendim Buldum...” diye hayıflansa; O ne zaman, “...Göynüm Hep Seni Arıyor, Neredesin Sen?...” diye sorsa; hep içim titredi, hep yüreğim üşüdü, hep gözlerim sulandı...

  1. Ertaş’ı, canlı olarak ilk kez; Ankara’da bir açık hava konserinde izlemiştim... Bunaltıcı bir temmuz akşamıydı...

Usta, tüm düğmeleri ilikli ceketiyle çıktığı konserine, uzun süre bu halde devam etti... Sonra bunaltıcı sıcağa dayanamayınca; (sanki büyük bir kusurmuş gibi) utana sıkıla seyirciden özür diledi... “...Eğer saygısızlık olarak kabul etmezseniz, ceketimi çıkarabilir miyim?...” diye izin aldıktan sonra çıkardı ceketini.... Ürperdiğimi, yine yüreğimin üşüdüğünü, yine gözlerimin sulandığını anımsıyorum...

* * *

Hep söyler, hep yazarım ya; bizler yaşayan değerlerimize, onlar hayattayken, hak ettikleri değeri vermekten yüksünen, onlara sahip çıkmasını beceremeyen bir toplumuz...

Bu toplum ve bu toplumun kurumları; tüm yaşayan değerlerimize yaptığı gibi, Neşet ERTAŞ’a da, aynı vefasızlığı yaptı.

Ona sahip çıkması gereken kurumların en başında gelen, devletin televizyonu TRT bile, ona sahip çıkmadı.

Üç beş yılda bir (o da üç beş dakika için) ekrana çıkardığı, uluslararası bir üne sahip Neşet Ertaş’tan söz ederken; utanmadan sıkılmadan “mahalli sanatçı” diyerek, O’nu küçümsedi. Oysa aynı TRT; Usta’nın türkülerini batı müziği enstrümanlarıyla çalıp söyleyen zıpçıktılara, ekranını saatlerce açtı, açmaya da devam ediyor. Diğer TV kanalları da öyle…

… ...

Bizler O’nun ve onlar gibi değerlerimizin değerini bilemedik ama Avrupalılar, Amerikalılar, Japonlar bilmişler... (Ben de yeni öğrendim…)

Baba Muharrem Ertaş ve Oğul Neşet Ertaş, yabancı ülkelerin üniversitelerinde; araştırma ve tez konusu yapılmış.

Bizim konservatuarlarımızın küçümseyip, dudak büktüğü dönemlerde O; Almanya’da; bir Alman okulunda, öğretim görevlisi olarak görev yapmış..

Oysa bu toprakların, bir Neşet ERTAŞ daha yetiştirmesi mümkün değil...

Yani öyle kolayca Neşet ERTAŞ olunmuyor...

O, bir yanıyla saz çalıp söyleyen; yüreğini ve aklını müziğe yatıran; ama bir o kadar da, bilge ve gönül adamı olma özelliğine sahip; koskoca bir Gönül Dağı’ydı..

O, büyük bir saz ve ses ustası; O, çok büyük bir yorumcu idi...

O, koca bir Usta, koca bir NEŞET ERTAŞ’tı...

* * *

!!??...

Hay Allah; neye yanıt verecektik, ne diyecektik, neler anlattık, klavyemizden neler döküldü.

Bağışlayın beni, ben Rahmetlinin onulmaz bir hayranıyım.

Ona yapılan en ufak bir saygısızlık beni üzer ve üzüyor.

Işıklar içinde uyusun…

__________________________________________________________________________

(1) Bozlak. İnsanın içinde olup da diyemediğini; içinden geldiği şekilde, notasız ve doğal olarak, bağırarak, dışa vurmasıdır. Yani bir anlamda bozlak; türkünün çığlığa, feryada dönüşmüş şeklidir.

  1. Tezene. Çalgıç, mızrap