Köyümüz Ardıçtepe’nin güne yamaç eteğindeydi. Uzun ve çetin bir kış sonrasında kavuşmuştuk bahara. Nisan ayının ilk haftasıydı. Güneş ısıtmaya, havalar ılımaya başlamıştı. Karlar ovalardan dağlara, dağların doruklarına doğru küreleniyordu. Toprak alttan tutuşmuşçasına buram buram tütüyor; kırlar, bayırlar yeşeriyordu yavaş yavaş.
Okulumuz tek öğretmenliydi. Tek derslikte, beş sınıf bir arada okuyorduk. Kırk dört öğrenciydik. O yıl beşinci sınıftaydım. Okumak ve ben de öğretmen olmak istiyordum.
Öğretmenimiz geçen yıl gelmişti. Kısa sürede kendisini hem bizlere, hem de köy halkına sevdirmişti. Çok okuyan, bizleri de okumaya özendiren; birikimli, kültürlü, sevecen birisiydi. Köyümüzün hem öğretmeni, hem sağlıkçısı, hem de birçok konularda akıl danışılanıydı.
O gün derse yeni girmiştik. Öğretmenimiz sınıf yoklamasını bitirdiğinde kapı vuruldu. Gelen, Koca Rüstem adında yaşlı bir amcaydı.
“Dersinizi bölüyorum Öğretmen Bey!” dedi. “Kusura bakmayın.”
Önemli değil. Buyurun…” dedi öğretmenimiz.
Rüstem Amca bizlere baktıktan sonra:
“Gizlidir söyleyeceğim,” dedi.
Eğilip kulağına bir şeyler fısıldadı.
Öğretmenimizin yüzünün ifadesi değişti birden. Boynunu büktü. Üzülmüştü.
Bizlerse merak içinde onları izliyorduk sessizce.
Öğretmenimiz, bizim de duyacağımız biçimde:
“Gerçekten üzüldüm Rüstem Amca. Bir daha kesin surette olmayacaktır böyle bir şey,” dedi.
Rüstem Amca:
“Sağ ol Öğretmen Bey. Başkalarına da kötü örnek olmasın diye söyledim.”
“İyi yaptın Rüstem Amca. İnşallah kısa zamanda telafi ederiz bunu.”
“İnşallah Öğretmen Bey.”
Rüstem Amca teşekkür ederek çıktıktan sonra, öğretmenimizin bakışları tek tek dolaştı üzerimizde. Hepimiz merakla onu izliyorduk.
Konu neydi? Rüstem Amca neler anlatmıştı ki, öğretmenimiz bu denli üzülmüştü. Soramıyor, onun anlatmasını bekliyorduk.
Öğretmenimizin bakışları bir noktada, Yaşar’ın üzerinde odaklaştı. Yaşar ise, süt dökmüş kedileyin pusmuştu iyice. Nerdeyse masanın altına girecekti.
Konu Yaşar’la ilgili olmalıydı. Bir suçu olduğu zaman hep böyle yapardı. Okulun en yaramaz öğrencilerinden birisiydi. Yaka silkmeyen yoktu ondan.
Öğretmenimiz gayet sakin bir sesle:
“Anlat bakalım Yaşar. Anlat şu yeni marifetini de; arkadaşların da öğrenip alkışlasınlar seni.”
Yaşar, başı yerde, yavaş yavaş ayağa kalktı. Suskundu. Bakamıyordu öğretmenimizin yüzüne.
Öğretmenimiz:
“Ah çocuğum!” dedi. “Bu kaçıncı marifetin senin? Ne olacak bu halin böyle? Hiç mi olumlu ve güzel işler yapmayacaksın? Bir gün herkesin beğeneceği bir şeyler yap da, şaşırt bizleri. Biz de alkışlayalım seni.”
Sinek uçsa vızıltısı işitilirdi sınıfta.
“Anlaşıldı Yaşar,” dedi öğretmenimiz. “Herhalde konuşmayacaksın.”
Sonra bizlere dönerek:
“Öyleyse ben bir şeyler anlatayım da, sizler de dinleyin çocuklar!” dedi. “Bakalım beğenecek misiniz?”
Anlatın öğretmenim,” dedik sınıfça.
Başladı anlatmaya. Bizler de merak içinde, can kulağıyla dinlemeye koyulduk öğretmenimizi.
“Köyün birinde yaşlı bir adam varmış. Doğa tutkunu, ağaç sevdalısı biriymiş. Kıra bayıra, boş bulduğu her yere fidan dikermiş. Çevreyi yeşertmeye ve güzelleştirmeye çalışırmış. Diktiği fidanların sayısı yüzleri aşmış. Son olarak da köy önündeki tarlasının bir bölümünü bahçeye dönüştürmüş. Kıyılarını çalılayıp, çepeçevre iğde fidanlarıyla donatmış. Bir yerlerden de meyve fidanı temin etmiş. Kaysıdan elmaya, vişneden kiraza değin birçok fidan dikmiş bahçesine. Öyle bir sevdayla bakıp yetiştiriyormuş ki fidanlarını, görülmeye değer doğrusu. Ondaki bu tutku, bu sevda, evlat sevgisine eşmiş.”
Öğretmenimiz derin bir soluk aldıktan sonra sürdürdü anlatımını.
“Diktiği fidanlar da sevmişler yerlerini, bir güzel tutunmuşlar toprağa; filizlenip boy atmışlar göğe doğru. Kalem gibi düzgün, çubuk çubuk büyüyorlarmış hepsi de. Boyları boyunun iki katını bulmuş ikinci yılda. Sevincine diyecek yokmuş adamın. Fidanların bakımını yapıyor, suluyor; çocuk gibi seviyormuş onları. Adam biliyor ki, fidanlar yıldan yıla boylanacak, dalları sere serpe tüm bahçeyi kaplayacak. Her baharda, dallarına kar yağmışlayın duman duman çiçeğe duracak; yapraklarıyla yeşile kesecek bahçeyi. Bir zaman sonra da meyveye durup; meyve verecekler olgun dolgun.”
Öğretmenimiz anlatımına ara verip, dikkatimizi ölçercesine bakışlarını üzerimizde gezdirdi yeniden. Sonra, kaldığı yerden sürdürdü yine. Merakla dinliyorduk.
“İşte bu günlerde, eli bıçaklı yaramaz bir çocuk dalıyor bahçeye. Çevreyi kollayıp gözetliyor bir süre. Kimsenin olmadığına emin olduktan sonra, fidanları gözden geçiriyor tek tek. Bu fidanların en düzgünlerinden birisini gözüne kestiriyor. Çobanlığa hevesli ya bizimki. “Bundan çok güzel değnek olur” diye geçiriyor içinden. Fidanların, çevrenin doğal güzelliği olduğunu, yakın bir gelecekte meyveye durup, sahibine gelir kaynağı olacağını düşünmüyor bile. Yaklaşıp, çömeliyor fidanın dibine. Yeniden çevreye bir göz atıyor. İşleyeceği suçu kimse görsün istemiyor. Sonra o güzelim fidanı eğerek, elindeki çelik parıltılı, keskin ağızlı bıçağını çalıyor fidanın dibine. Duymuyor fidanın acıyla inlemesini.
(SÜRECEK)