Çıkrık Köyü İlkokulunun köylü tarafından yapılıp, yeni yazıyla 1928 yılında eğitim öğretime açılmış olduğunu belirtmeliyim. Okul yapısı ahşap, ...taban ve tavan ise tahtadandı.
1954- 1955 öğretim yılı. O yıl beşinci sınıftayız. 4. ve 5. sınıflar bir derslikteyiz. Öğretmenimiz de Hamdi Akbulut. Derslikteki iki uzun masa, çevresinde de oturakları var. L biçiminde yerleştirilmiş bu masaların birinde dördüncü sınıflar, diğerinde de beşinci sınıflar oturuyoruz. Dersliğimiz okulun güney batı köşesinde.
Öğretmenimizin kendisine ait masası yok. Beşinci sınıfların masasının artan uç kısmını kullanıyor. Sınıf ders ve yoklama defteriyle birlikte plan defteri de orada duruyor. Sandalyesiyle masanın uç tarafında oturup, dersi oradan yönetiyor. Aslında o, tam bir ders tembeli. Bir öğretim yılı boyunca doğru dürüst bir ders işlediğini ve anlattığını anımsamıyorum. Gördüğümüz derslerin; yani tarih, coğrafya, yurttaşlık bilgisi, tabiat bilgisi, aile bilgisi gibi anlatım derslerinin konularını bizler anlatırdık. Türkçeyi bizler işler, matematik sorularını bizler çözerdik bir yarış havası içinde. Verilen ödevleri yapmayan, anlatılması gereken konuları anlatamayan, sorulan soruları yanıtlayamayan öğrencileri de bağışlamaz, ağır sözlerle haşlardı.
Burada söz konusu edeceğim anım, bir bodrum anısı. Bu bodrum, Halkarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaçlı)’nın Bodrum’u değil elbette. Dersliğin bodrumu.
Öğretmenimizin, bizim masanın uç kısmında oturduğu sandalyesi tam da bodrum kapağının üstüne denk geliyordu.
Kış mevsimi sonlanmış, bahar gelmişti. Sanıyorum Nisan ayının ilk haftasındaydık. Ders zili çalmış, birinci derse girmiştik. Öğretmenimiz de havasında değildi o gün. Sınıf yoklamasını yaptıktan sonra:
“Açın kitaplarınızı, sessizce dersinize çalışın. Çıt çıkaran olursa yakarım canını!” diye bir de tehdit savurmuştu. Kendisi de defterini açıp üzerine kapanarak, günlük planını yapmaya koyulmuştu.
Fakat öğretmenimizin uyarısını pek ciddiye almayan, sınıfta rahat durmayan muzip bir iki arkadaşımız vardı. Bunlardan birisi de Ahmet Aykaç’tı. (Kendisi 30 yılı aşkın bir zamandır Avanos’ta yaşamakta olup, orada bir tuğla fabrikasını işletmektedir. Yani fabrikatördür. Ahmet, çocukluğundan beri çok iyi bir gülücüdür. Şimdi de öyledir ya.) Ahmet, “hah hah ha…” diye bir gülmeye başladı mı ne yaparsanız yapın, onu susturamazsınız. Dayak da yese gülmeyi sürdürürdü. Onun gülmesini diğer zamanlarda öğretmen de doğal karşılamaktadır. Hele de ders aralarında “Topal seksek” oyununda Ahmet sekiyorsa, arkadan birisi onun tek ayak üzerinde sekişini bozdurup ayağını yere bastırdıysa tamam. Yediği tekmeyle de yere yığılır. Dayak yedikçe makaraları koyuverir. Öylesine bir gülme krizine girer ki, düştüğü yerden doğrulup kaleye kaçmayı düşünemez. Saman çuvalı gibi yumruklayıp tekmelerler. Bazı arkadaşlarımız da oyunun tadını kaçıracak derecede acımasızca vururlar Ahmet yoksul olmalarına karşın kanlı canlı, güçlü kuvvetlidir. Çoğu zaman kolundan tutup kaldırarak, vuranlara da engel olarak kaleye kaçmasını sağlarız
Ahmet o gün derste defterinden kopardığı bir kağıda komik sözler yazarak bizleri güldürmeye çalıştı. Kendisi gülüyor ya, arkadaş bizleri de güldürecek. Tam da karşımda oturuyor Ahmet. Yazdığı yazıyı yanımda oturan İsmet Taşkaldıran’ın önüne sürdü. Göz ucuyla baktım. Sanıyorum, “Avukatlı Coruk Halil “ gibi bir şey yazıyordu. Bu “coruk” sözü bile arkadaşlarımızı güldürmeye yetiyordu. Ama hiçbirimiz sesli gülerken öğretmenimize yakalanmak, ondan hakaret yollu bir zılgıt, ya da bir tokat yemek istemiyorduk. O nedenle gülmemek için kendimizi zor tutuyorduk. Bir yandan da göz ucuyla Hamdi öğretmeni kolluyoruz. Derken bu kez kağıdı Kemal Akbaş arkadaşımızın önüne uzattı Ahmet. Kemal yüksek sesle bir “purk” etti. Kendisini tutamadı, ötesi geldi. Hamdi öğretmen başını kaldırıp gözlüğünün üzerinden sert bir biçimde bizlerden yana baktı. Ahmet’le Kemal’i suçüstü(!) yakalamıştı. Bizler hepimiz sus pus olmuş başımız önümüzdeydi.
“Ulan yine bir hapaz kurt kaynıyor k….da. Rahat duramıyorsunuz. Gelin bakalım yanıma cıfıt tohumları” dedi. Bu en doğal sözlerinden birisiydi.
Ahmet hala gülüyordu. Kemal, ağlamaksı bir tavırla:
“Öğretmenim Ahmet güldürdü beni” dediyse de kurtulamadı.
Sandalyesinden kalkan öğretmenimiz:
“Yanıma gelin, yanıma” diye gürledi.
Kemal’le Ahmet oturaklarından kalkıp öğretmenin yanına vardılar.
İkisinin de kulaklarından yakalayıp asıldı.
“Ben size çıt çıkarmadan, dersinize çalışacaksınız demedim mi ha?” Diye bağırdı.
“Dediniz öğretmenim” dedi Kemal.
“Dediniz” dedi Ahmet de.
Dokunsanız ağlayacak durumdaydı Kemal. Ama Ahmet rahattı.
Hamdi öğretmenin onları bir güzel döveceğini sandık ama öyle olmadı. Onların kulaklarını bırakan öğretmenimiz, hemen sandalyesini kıyıya çekip, bodrumun kapağını açtı. Kapak seyyardı. Kapağı da sandalyenin yanına koyup, önce Ahmet’i kollarından tutup karanlık bodrumun içine aşağı sarkıtıp bıraktı. Ardından da Kemal’i sarkıtıp bıraktı Ahmet’in yanına. Biz şaşkınlıkla seyrediyor, korkumuzdan çıt çıkaramıyorduk.
(SÜRECEK)