Recep Bulut, 1923 yılında  Makedonya İstip’te doğar. Babası Halim, annesi Nazlı’dır. Babası o daha küçücükken annesini bırakır, iki çocuklu bir başka kadınla evlenir. Annesinden ne zaman nasıl ayrıldığını anımsayamaz küçük Recep. Yaşamında anasızlığının acısını oldukça derin yaşar. Babasının yanında, analık elindedir.

Henüz dört yaşlarındayken, 1927 yılında Balkanlardan Türkiye’ye göçün rüzgarına onlar da kapılır. İstip’ten bir tren dolusu insanla Türkiye’ye göçerler. Kırklareli’nin, sonradan Yoğuntaş adını alacak olan Polos bucağına gelirler. Daha önce buraya Yunanistan, Bulgaristan ve Yugoslavya’dan gelen göçmenler yerleşmiştir. Boş evlere de İstip göçmenleri yerleşirler.

Babası Çayırlı köyüne çoban olur. Bir süre sonra Şarbon’a yakalanır ve ölür. Hiç baba sevgisi görmemiş olan Recep analık eline kalır. Üvey anası onu evde fazlalık olarak gördüğü için çocuksuz bir aileye verir. Recep’in yeni ailesi Ahmet ağayla eşi Zarife hanım çok iyi insanlardır. Onu öz çocukları gibi bağırlarına basarlar. Gerçek sevgiyi ve ilgiyi orada görür Küçük Recep. O güne değin tatmadığı ana baba sevgisini de onlarda bulur.

1930 yılında ilkokula başlar. Başarılı bir öğrencidir. Ayağına ilk iskarpini de onu çok seven başöğretmeni Muzaffer Ural alır. Onun da çocuğu yoktur. Recep’in ilkokuldan sonra da eğitimini sürdürmesini ister. Recep yaz tatillerinde de boş durmaz; odun taşır, satar, eve para getirir.

KÖY ENSTİTÜSÜ YILLARI

İlkokuldan sonra Kepirtepe Köy Enstitüsü’ne gitmek ister ama, Zarife anası izin vermez. Kadın o yıl hastalanır, ölür. Ahmet babası yeniden evlenir. Ertesi yıl çok sevdiği bir arkadaşıyla yeniden sınavlara girer. Kendisi kazanır arkadaşı kazanamaz. Bu kez de arkadaşı onu yalnız bırakmamasını isteyince vazgeçer. Böylece 2-3 yıl ara verdikten sonra girer Kepirtepe Köy Enstitüsü’ne.

Orada “insan olduğunu anladım” der. Çünkü, birçok arkadaşları gibi karnı tok, sırtı pek, okulu sıcak bir aile yuvası gibidir ona. Okuma özlemi çeken binlerce öğrenci gibi O’na da yepyeni bir dünyanın kapısı açılmıştır okulda.

“Evimize, kapımıza geldiler,/ Tarladan, davardan aldılar bizi./ Yepyeni bir gökyüzü verdiler bize,/Yeni yağmurlarda, güneşlerde yıkandık.

Yürek yürek ellerimizi, kafamızı işlediler,/ Adımızı, yerimizi, dünyamızı öğrendik./ Enstitü toprağında, güneşlerinde,/ Işıyan ormanlara, sulara döndük.”

(Nisandaki Güneşler, s. 35)

Enstitülerde yıllık izinler 45 gündür. İzninin bir ayını okulda, 15 gününü köyünde geçirmektedir. Okulda kalıp çalıştığı her gün için bir lira harçlık verilir kendisine. Bu parayla da ailesine ekonomik katkı sağlamaktadır karınca kararınca.

Bu çalışmalarını ilerde, Gazi’de okuduğu yıllarda da sürdürecektir Recep Bulut.

Köy Enstitüleri’ndeki eğitim öğretim, kendi anlatımıyla; çağdaş eğitim ilkelerine göre yaparak, yaşayarak ,iş içinde üreterek gerçekleştirilirdi. Öğrenci ve öğretmenin giysileri aynıydı.  İşte, derste, yemekte, akşam etütlerinde eğlencede bir arada otururlardı. Birlikte çalışarak yapılar kurar, su-elektrik getirir, yollar yaparlardı. Çamlık dışında 10-15 dönüm alanda meyve ağacı yetiştirmiş; ayçiçeği, mısır, buğday tarlalarıyla Kepirtepe’yi yemyeşil ışıklı bir tepe yapmışlardır.

İkinci Dünya Savaşı’nın Trakya sınırına dayandığı 1941 yılında öğretmenlerle öğrenciler, Hasanoğlan’a taşınır. Orada 9 ay kalınarak, Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün temelleri atılır. Küçük sınıflar camiye, kızlar ilkokula, büyük sınıflar da çadırlara yerleştirilir. Yapı ekipleri gelinceye kadar onlar hamamı, çamaşırlığı ve şadırvanı yapar, geçici yemekhaneyi kurarlar. Okulun önüne de su getirirler. Ardından Bakanlığın hazırlattığı plan ve projelerle Enstitünün yapımına başlanır. Bu işlerin başında Macar Sili Usta, yardımcıları Gaspar ve onların sanatbaşıları Mustafa Güneri ile yapı öğretmenleri Namık Ergin vardır.

Bakanlık yetkilileri ile Enstitülüler büyük bir eğitim seferberliği içinde coşkuyla şevkle çalışırlar. Tüm ekipler 7-8 ayda 20 yapıyı eğitim öğretim hizmetine hazır duruma getirirler.

Sözü Recep Bulut’a verelim burada:

“Köy Enstitüleri’nde onur ve ter, toprak ve kitap başta gelmekteydi. Hem çok çalışır, hem de çok okurduk. Başta Milli Eğitim Bakanlığı’nın yayımladığı dünya klasikleri olmak üzere, yerli ve yabancı seçkin yazarların kitapları okunurdu.

Köy enstitülerinde ekip çalışmalarına ve gezilere de çok önem verilirdi. Her sınıf okuldan mezun oluncaya kadar bu gezileri yaparlardı. Biz de 1943 depreminden sonra Adapazarı’na gittik. Önceden gelen ekiplerle birlikte 20 öğretmen evi yaptık.”

(SÜRECEK)