2015 yılının 9 Ocak’ında ağlayarak yazmıştım bu yazıyı.

Çünkü o gün “…Uzun süredir yatalak durumda olan Müzeyyen Senar’ın, konuşma yeteneğini de tümden kaybettiği, daha iyi bakım için huzurevine kaldırıldığı…” haberini veriyordu televizyonlar.

Kahvaltı sofrasına yeni oturmuştum. Boğazıma dizilmişti lokmalar… Verdiğim tepki, üzülmekten de öte bir şeydi.

… …

O yazımda şöyle demiştim; “Şimdi birileri çıkıp da; “Ülkenin ya da dünyanın bunca elim ve vahim sorunlarının arasında, üzülecek tek olay bu mudur?” demesin.

Bu olayın, bir başkası için haber değeri bile yoktur belki.

Ama benim için vardır.

Bana gözyaşı döktürecek kadar önemlidir bu olay.

Çünkü arkası gelmiyor; başka Müzeyyen Senar(lar) yetişmiyor…”

* * *

Ve şöyle devam etmiştim.

“Daha çok sesiyle tanıdığımız birinin sesini kaybetmesi, onu kaybetmekle eşdeğerdir.”

… …

Artık şiir yazamayan bir şair gibi…

Ya da koşamayan bir atlet...

Çizemeyen bir ressam...

Kurumuş bir nehir...

Çölleşmiş bir orman gibi yani.

Hele de o ses, yıllarca, hüzünlerimizi şarkıların diline çevirmiş; coşkularımızı seslendirmiş; hafızalarımızın en derin yerlerinde iz bırakmışsa; “ses”sizlik, ölümden de beter hale gelir.

Besteleriyle, güfteleriyle, şarkılarıyla, türküleriyle nice sanatçılar taht kurdu gönüllerimizde.

Sesi güzel, diksiyonu güzel, Türkçesi güzel, müzik bilgisi güzel, nice sanatçıları izleyip, dinledik.

Ama hiçbirinin sesi ve soluğu, Müzeyyen Senar’ın sesi ve soluğu gibi damarlarımızda dolaşmadı.

Şarkılarla konuşan bir kadındı O…

Cumhuriyet’in divasıydı.

Cumhuriyet’ten beş yıl önce doğmuştu.

Dedemlerin, ninemlerim kuşağıydı yani.

Atatürk’e, Atatürk’ün masasında oturarak, şarkı söyleme bahtiyarlığına erişmiş bir sanatçıydı.

Rahmetli dedem, rahmetli babam, rahmetli amcam; her yerde, her zaman, “Müzeyyen Hanım” diye söz ederlerdi ondan.

Diğer sanatçılar, adıyla ya da adı ve soyadıyla anılırken; O hep, “Müzeyyen Hanım” olarak anıldı evlerimizde.

Hep saygın oldu, hep saygın kaldı.

Öyle gördük, öyle yetiştik; biz de öyle andık, anmaya da devam ediyoruz.

O günlerden bugünlere şöyle bir bakıyorum, Müzeyyen Hanımın boşluğunu doldurabilecek bir sanatçı var mı diye; “şu olur ya da (kısmen de olsa) şu yerini doldurabilir” diyemiyorum.

O, yeri doldurulması mümkün olmayan, büyülü bir kişilik, büyülü bir sesti.

“Benzemez kimse sana”, “Kimseye etmem şikâyet”, “İzmir’in kavakları”, “Haydar haydar” derken; damarlarımıza girerdi, büyülenirdik sanki...

Müzeyyen Hanım için şarkı söylemek, varoluş biçimiydi.

Çocuk yaşta, anlaşılmaz bir nedenle kekeme olmuştu. Konuşurken, derdini anlatmakta zorlanıyor ama şarkı söylerken bir zorluk hissetmiyordu.

Sonunda şu karara vardı ki; “Tanrı, şarkı söylemesi için kekeme olmasını istemişti.” Bundan böyle O, notalarla konuşacak, anlatmak istediklerini, şarkılara dökecekti.

Bazı heceleri kekelemeden söyleyebilmek için gırtlaktan farklı sesler çıkarmak durumunda kalıyordu.

Bir zorluğu aşmak için geliştirdiği bu yöntem, öyle çatallı, öyle gürüldeyen, öyle şaşılası bir ses yarattı ki, dinleyenlere “Benzemez kimse sana” dedirtti.

Bir söyleşisinde;

“Sesini, yaşadığı acıların yoğurup, renklendirdiğini…

Annesi evi terk ettiğinde, çocuk yaşta olduğunu, bu olaya yatağında şarkı söyleyip, ağlayarak tepki verdiğini…

Daha sonraları da; üzüldükçe şarkı söylemeye, kendini bestelerle avutmaya, güftelerden teselli bulmaya başladığını…

Şarkılarının o nedenle, gözyaşlarının da kahkahalarının da yerine ve önüne geçer olduğunu…” (ağlayarak) anlatmıştı.

… …

O, nice elemle kavrulup, nice yangının içinden geçmiş; hasretin, şöhretin, ihanetin alevinde demlenmiş bir sesti.

Bundan sonra plaklarda, CD,’lerde yaşayacak o sesi, her dinlediğimizde; o sesin bizde yarattığı hüzzam etkisi, muhtemelen ses tellerine sinen, yaşadığı hicran seyahatinin mahsulüydü.

Onun için O; “Ölürsem yazıktır, sana kanmadan” diye başladı mı, aynı sesten üremiş, aynı sesten çoğalmışçasına duygudaş oluruz birden...

Onun için O; “Eğilmez başın gibi, gökler bulutlu efem…” dedi mi; ayırdında olmadan kalkar kollarımız havaya, efe oluruz her birimiz…

Onun için O; “Bende hicran yarasından da derin bir yara var” dedi mi; yaralanırız, hicran yarasından da derin kesilmişçesine tenimiz...

Onun için 90 yıllık o ses; farklı yönlere savrulmuş yaşamlarımızın (hâlâ) buluşma noktasıdır.”

… …

Bugün hem bu güzel insanın (8.2.2015) hem de gençlik yıllarımızın sanatçısı Cem Karaca’nın (8.2.2014) ölüm yıl dönümleri…

Benzemezdi onlar kimseye.

Ya da on(lar)a şu ana dek değil benzeyen, onları andıran birileri olmadı.

Olacağını da sanmıyorum…

Işıklar içinde uyusunlar.…