Bir gün Yüzbaşı Ağaoğlu’nu çağırdı. Yüzbaşının karşısında hazır ol vaziyetinde dururken, Yüzbaşı masasının üzerindeki kağıdı aldı, aldığı kağıdı kendi kendine tekrar okudu. Sonra:

"Bak Nihat, evladım. Bir telgraf geldi. Teğmen Ağabeyin Bedri'den" deyince, Ağaoğlu hem sevindi, hem de "Acaba bir kara haber mi var?" diye endişelendi. "Kendisi Ankara'ya gelmiş. Seninle görüşmek istiyor. Biliyorsun, Kore Savaşı'na bizim Türk Birlikleri de katıldı. Ağabeyini Kore'ye seçmişler. Evladım herkese nasip olmaz böyle bir görev. Bak bize nasip olmadı. Keşke bize de nasip olsa da biz de gitseydik. Şehit olup gelemeseydik. Şehitlik, gazilik erişilmesi çok zor bir mertebe..." diye Ağaoğlu'nu teselli edercesine, ağabeyisinden gelen telgrafı haber verdi. Sonra da, "Sana bir ay izin veriyorum. Git ağabeyinle buluş. Şimdi çık, hazırlığını yap" dedi.

Ağaoğlu ikinci bir selamla, komutanının odasından çıktı ama içine de bir "kurt" düştü.

Yıl bin dokuz yüz ellide, Nato'nun kararı ile Kore Savaşı'na Türk Mehmetçikleri de gitmişti. Orada destanlar yazdırmışlar, şehit ve gazi olmuşlardı. Mehmetçiklerin kahramanlıkları radyo haberlerinde söyleniyor, gazete sütunlarında yazılıyordu. Her ilden, her kasabadan, her köyden giden subay, astsubay, er vardı. Bunlardan birisi de Ağaoğlu'nun Ağabeyisi Teğmen Bedri idi.

Teğmen Bedri uzun boylu, atletik vücutlu, çok yakışıklı, tığ gibi bir delikanlıydı. Samsun'daydı görevi. Ancak, Kore Savaşı'na seçilince Ankara'ya gönderilmişti.

AĞAOĞLU, AĞABEYİNİ UĞURLAMAYA GİDİYOR

Yurdun her birliğinden Kore Savaşı'na gidecek subay, astsubay, erler, kurulan karargahta toplanırlar, buradan sevkleri yapılırdı.

Kurulan karargahlar bayraklarla donatılır, davul-zurnalar çalar, mehteranlar marşlar ve serhat türküleri söyler, bir şenlik ve bayram havası yaratılırdı. Orada bulunanlar grup grup olurlar, halay çekilir, serhat türküleri ile coşturulurdu. Kimileri şen-şakrak olurken, kimileri ikişerli-üçerli volta atarlardı. Kimileri yalnızlığını, çocuklarını düşünür, kaderine küserdi. Kimileri de "Böyle kaderin içine..." derdi...

Ağaoğlu Ağabeyisi Bedri ile buluşacağı adresi alıp Ankara'ya vardığında, üzerinde kendi yaptırdığı asker elbiseleri, ayağında boyalı yarım potin, kepinin altından saçları çıkmış bir vaziyetteydi. Karargaha yürüyerek gidemezdi. Hem uzaktı, hem de inzibatlara yakalanma korkusu vardı. Bir taksiye atladı. "Beni Sarı Kışla'ya götür" dedi. Her taksi biliyordu artık Sarı Kışla'yı...

Taksi şoförü:

"Sen de mi Kore'ye gidiyorsun asker ağa?" diye sordu.

"Yok, hayır. Ağabeyim gidiyor. Ben başka yerde askerim. Onunla buluşup, vedalaşarak uğurlamaya geldim" diye yanıtladı.

Taksi şoförü ile konuşa konuşa Sarı Kışla'nın önünde indi. Nizamiye önündeki nöbetçi subaya selam verip ağabeyisi ile görüşmek istediğini söyledi.

Nöbetçi Subay:

"Evladım, her birimiz ayrı birlikten geldik. Henüz kimse kimseyi tanımıyor. Aratıp, buldurayım. Sen şöyle ileride bekle" dedi.

Ağaoğlu nizamiye dışında yarım saat kadar bekledi. Bu yarım saatlik bekleyiş Ağaoğlu'na o kadar uzun geldi ki... Sonra, "Şu karşıdan gelen ağabeyim olsa gerek..." diye düşünürken, tahmin ettiği gibi, ağabeyisi nizamiyeden çıktı. Ağaoğlu koştu, bir asker selamı verdi ve hasretle kucaklaşıp sarmaş-dolaş oldular.

Teğmen Bedri, kardeşi Nihat'ı omuzlarından tuttu:

"Dur şöyle bir bakayım sana. Sen çakı gibi asker olmuşsun be."

"Öyle oldu" diyebildi Ağaoğlu.

"Bu ne biçim kıyafet böyle Nihat? Ayakkabılar yarım potin, gıcır gıcır boyalı. Elbiseler yeni terziden çıkmış gibi. Saçlar uzun, kepin altından çıkıyor. Vay be, askere bak... İyi ki gelirken inzibatlara yakalanmadın."

"Bir taksiye bindim geldim."

"İşte onu iyi düşünmüşsün."

Arada çok kısa bir sessizlik oldu. Sonra:

"Sen on dakika burada bekle" dedi Teğmen Bedri.

Nizamiyeden içeri tekrar girdi. Kısa bir süre kayboldu ve sonra tekrar geldi.

"Gidelim" dedi, "Böyle dolaşılmaz. Biz arkadaşlarla yakın bir otelde kalıyoruz. Orada benim ve arkadaşların sivil elbiseleri var. Onlardan veririm. Sivil elbiselerle, beraber gezeriz."

Otele geldiklerinde Teğmen Bedri'nin birkaç arkadaşı daha vardı. Arkadaşlarına:

"Bu benim kardeşim Nihat. Beni uğurlamaya gelmiş. Bir ay izin vermişler. Bir hafta bizimle..." diye arkadaşlarına tanıştırdı. Hal-hatır sormalar, hoşbeşten sonra Teğmen Bedri:

"Yanımızda böyle gezemez. Benimkilerden, sizinkilerden bir takım sivil elbise oluşturup giydirelim" der demez, arkadaşları kalktılar:

"Bende fazla gömlek var."

"Benim pantolon iyi gelir. Nasıl olsa bana lazım olmayacak."

"Ayakkabısı bizimkinden güzel..." esprileri ile Ağaoğlu'na sivil elbise giydirdiler.

Bir hafta ağabeyisi ve ağabeyisinin arkadaşları ile birlikte zaman geçirdi. Bir hafta sonra ayrılık zamanı gelmişti...

“HAKKINI HELAL ET”

Allah'ım ne müthiş kalabalıktı o. Analar gelmişler, babalar gelmişler. Sevgililer gelmişler. Eşler gelmişlerdi, yanlarında ve kucaklarında çocukları ile... Eş, dost, akrabalar gelmişlerdi. Davul-zurna çalıyordu. Mehter takımı çalıyordu. Bu seslerin arasında ağlayan analar-babalar, çocuklar, sevgililerin sesleri kaybolup gidiyordu. Tekrar tekrar sarılıyorlardı bir daha görmemecesine. Analar, babalar kokluyorlardı oğullarını. Bir daha görme umudu olmadan, gidenler de çocuklarına, eşlerine sarılıyorlar, sarılıyorlardı, nişanlılar, sevgililer sarmaş dolaştı...

Teğmen Bedri'nin anası yoktu. Babası gelememişti. Babası, kız kardeşleri, eş-dost, akrabalarla Ankara'ya gelmeden önce kucaklaşmışlar, helalleşmişlerdi. Şimdi, ancak kardeşi Nihat'la kucaklaşacaklardı...

(SÜRECEK)