24 Temmuz, tarihimizde iki önemli günün yıldönümü.

Türk basınından sansürün kaldırılışının 112. , Lozan Barış Antlaşması’nın ise 97. yılı…

Her iki tarihi gün de, coşkuyla kutlanmaya değer.

Ama, 24 Temmuz Basın Bayramı’na, basının içinde bulunduğu durum, Lozan’a ise, Atatürk dönemi karşıtlarının tarihi gerçeklerle bağdaşmayan yaklaşımları gölge düşürüyor ne yazık ki.

*

Özgürlük, toplum yaşamında ahlâk, hukuk ve sağlık kurallarına özen gösterilerek kullanılan bir hak olarak tanımlanıyor ve asla “sınırsız” olmadığı özellikle vurgulanıyor.

Basın özgürlüğü de, kuşkusuz “sınırları olan bir kavram”.

Yine “basın özgürlüğü” de, haber, fikir ve düşünceleri çoğaltıcı araçlarla serbestçe açıklayabilme özgürlüğü diye tarif ediliyor.

Demokrasinin en temel gerekliliklerinden biri, elbette ki fikir ve ifade özgürlüğü…

İnsanın, düşünmesi ve düşüncesini ifade etmesi, toplumun gelişmesinin, ilerlemesinin de, eleştirel bakımdan yanlışların belirlenip gerçeklerin ortaya çıkarılmasının da yolu ve olmazsa olmazı. Basın özgürlüğüne de bu açıdan bakmak ve önemini idrak etmek gerekir. Yani, “basın özgürlüğü” basın çalışanlarının olduğu kadar, hatta daha da fazla, toplumun hak ve özgürlüğü anlamına geliyor.

Başta “halkın haber alma hakkı” basın özgürlüğünün en önemli dayanağı.

*

Basın özgürlüğünün sınırı, sanıldığı gibi, egemenlerin hoşuna gitmeyen bilgilerin kamuoyuna ulaştırılması noktasında başlamıyor. Tersine bunlar, çoğu kez halkın haber alma hakkına sahip olduğu bilgiler.

Basın özgürlüğünün sınırı, bireysel hak ve özgürlüklerin başladığı çizgi olarak bilinir, ama burada bile kamuoyunun bilmesi gerekenler ince elenip sık dokunarak ayrılır.

Özellikle adli haberleri izleyen arkadaşlarımız, “şüpheli” veya “sanık” konumundaki kişilerin. ya da yakınlarının sert tepkileri ile sık sık karşılaşırlar. Oysa, kamuoyunun da meydana gelen olayı bilmek, haberdar olmak gibi bir hakkı vardır. Tabii, suç sabit oluncaya kadar yüz ve kimlik mümkün olduğunca gizlenir. Arkadaşlarımız da bu konuda azami özeni gösterirler.

*

Sorumluluk bilinci içinde davrandığı sürece, gazeteci hem halkın haber alma hakkına hizmet edebilir, hem de bireysel özgürlüklerin sınırını ihlal etmemeyi başarabilir.

Yönetenlerin de, haber kaynaklarının da, bu ölçüler içinde basın özgürlüğüne saygılı olmaları, demokrasinin gereğidir.

Gazetecinin ekonomik özgürlüğü ise, hem devletin, hem de toplumun sorumluluğundadır.

Sansürün kaldırılışının tam 112. yıldönümünde, “basın özgürlüğü” açısından beyaz bir sayfada yer alıyor olmayı ne kadar arzu ederdik!..

*

Lozan Barış Antlaşması ile “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” tüm dünya tarafından tanındı.

Batılılar, uzun yıllar boyunca elde ettikleri imtiyazları elden bırakmamak için son derece katı davrandılar.

O günün koşullarını unutup, “şu da alınabilirdi, bu da verilmeyebilirdi” diye ahkâm kesmek elbette kolay. Lozan’a, tarihsel gerçekler ve o anda oluşmuş fiili durum açısından önyargısız, komplekssiz ve dürüst biçimde bakmakta yarar var.