24 Temmuz, ülkemizde yaklaşık 70 yıldan beri “Basın Bayramı” olarak kutlanıyor.

Dün, Türk basınından sansürün kaldırılışının 109. yıldönümü idi.

24 Temmuz 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte sansür kaldırılmış, 1946 yılında Türkiye Gazeteciler Cemiyeti kurulduğunda ise, 24 Temmuz, “Gazeteciler ve Basın Bayramı” kabul edilmişti.

Bir başka anlatımla, “Basın Özgürlüğü Bayramı”…

*

İstanbul’da örgütlü bulunan Türkiye’nin ilk ve en büyük basın meslek kuruluşu “Türkiye Gazeteciler Cemiyeti” yıllar sonra ilk kez bu yıl, geleneksel “Basın Özgürlüğü” ödüllerini, ülkenin ve medyanın içinde bulunduğu koşullar nedeniyle vermeme kararı aldı.

Günümüzde basın özgürlüğünden ne kadar söz edilebileceği, gerçekten tartışılır.

Ama biz, yapıcı, objektif, olumlu, daima iyiden, güzelden yana gazeteciliği ilke edinmiş bir yerel gazete olarak, basın özgürlüğü konusundaki iyimserliğimizi ve umudumuzu korumak istiyoruz.

24 Temmuz’ları hep bayram olarak kutlamak istiyoruz.

Tüm meslektaşlarımıza, çok daha aydınlık ve mutlu 24 Temmuzlar dileklerimizle…

*

Dün itibariyle, bir başka anlamlı günün yıldönümünü daha geride bıraktık.

Türkiye Cumhuriyeti’nin “tapu senedi” olarak nitelenen Lozan Barış Antlaşması’nın 94. yıldönümünü kutladık.

24 Temmuz 1923’te İsviçre’nin Lozan kentinde imzalanan bu antlaşma ile, Türkiye tüm dünya tarafından bağımsız bir ülke olarak tanındı ve bu antlaşma sayesindedir ki, 29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti ilan edildi.

Bu bakımdan Lozan, bağımsızlığa ve çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ne giden yolun ilk kilometre taşı sayılabilir.

Bu kadar önemlidir, bu kadar anlamlıdır.

*

Farklı bakış açılarına göre, bugün, Türkiye’de basının özgür olduğu da savunulabiliyor, basın özgürlüğünün bütünüyle ortadan kalktığı da…

Aynı şekilde, tarihi bir dönüm noktası ve “zafer” olarak nitelenen, Cumhuriyet’in “tapu senedi” sayılan Lozan’la ilgili “olumsuz” yorumlar da eksik olmuyor.

İsmet Paşa’yı “başarısız” bulanlar, Musul-Kerkük’ten tutun da, Ege’deki bazı adalara kadar bir takım toprak parçalarının Lozan’da kazanılabilecekken kaybedildiğini savunuyorlar, hatta “Osmanlı’nın borçlarını üstlenmek gerekmeyebilirdi” diyebiliyorlar.

Oysa, her tarihi olayı, o dönemin koşulları içinde değerlendirmek gerekir.

Milletin son gücünü kullanarak ülkeyi düşman işgalinden kurtaran, bağımsız, egemen bir devlet ortaya çıkaran Gazi Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki İstiklal Savaşı kahramanlarının, İngiltere’yle ve müttefiki büyük Avrupa devletleriyle yeni bir savaşı göze almaları mümkün müydü acaba? Kazanımları da riske etmeleri, ne kadar gerçekçi olurdu.

Ama, hepimiz inanıyoruz ki, Atatürk bu kadar erken aramızdan ayrılmasaydı, Hatay gibi, Misak-ı Milli sınırları içindeki diğer yerlerle ilgili de, en azından yeraltı zenginliklerinden hak ettiğimiz payı alma anlamında planlarını uygulamaya koyacaktı…

Kadere karşı konulamıyor işte.

*

Her konuya önyargısız bakabilmeyi ve zamanın ruhunu doğru okumayı öğrenmek zorundayız.

Basın özgürlüğü açısından var olan sıkıntıları da, Lozan’a bakışı da önyargılardan uzak, akıl terazisine vurmamız gerekiyor.

Kendi siyasi çizgimizin veya dünya görüşümüzün terazisine değil…