“Anladım” dedim.
Elini öptüm.
“Haydi güle güle git. Bir ay sonra ben de gelirim” dedi.
Arabaya binip ortalardaki yerime oturdum. Camdan babama el sakladım. Arabamız hareket etti.
Karmaşık duygular içindeydim. Gerçi köye döndüğüm için bir bakıma seviniyordum. Çünkü anamı, kardeşlerimi çok özlemiştim. Arabanın camından dışarıyı seyrederek gidiyordum. Uçsuz bucaksız araziler… Kıvrım kıvrım yollar… Arabanın tek düze homurtusu.
Sonunda Ankara’ya girdik. Yollar olabldiğince kalabalık; yoğun bir trafik... Her türden araçlar… Kamyonlar, otobüsler, taksiler… Yaya kaldırımlarda giden gelen insanlar…
Otogarda inip Çorum yazıhanesini sorarak buldum. Kalkmak üzere olan bir otobüs varmış.
“Alembeyli’ye kadar gideceğim” dedim.
“Yedi buçuk lira” dedi bilet kesici.
Parayı verip biletimi aldım.
“Güçlü” yazıyordu arabanın şafağında.
Binip, numaralı koltuğuma oturdum. Diğer yolcular da bindiler. Sürücü yardımcısı yolcuları listeye göre kontrol ettikten sonra aracımız hareket etti.
Ankara’yı çıkıp yola koyulduk.
Dört saat sonra da Alembeyli’de indim.
Vakit ikindiye doğru olmasına karşın, güneş kızdırıyordu yine de. Bir buçuk saatte de köye ulaştım.
Anamı, ağabeyimi, küçük bacılarımı da öylesine özlemiştim ki, bir süre ayrılamadık birbirimizden.
Getirdiğim çıkından herkesi sevindirecek bir şeyler çıkmıştı.
Bir iki parça tarlamız vardı. Onların ekinlerini de anam komşulara biçtirmişti. Ekin yığınlarını da yine bir komşunun harmanında sürdürüp, ekinini ve samanını evimize taşıttık. Saman samanlığa, kışlık yiyecek ekinimizi de yıkayıp, kurutup ambara yerleştirdik.
AZAP OLARAK VERİLİYORUM
Babamın gelişi bir ay bile sürmedi. Geldiğinin haftasındaydı. Sungurluya gidip döndükten sonra:
“Oğlum seni Melemker Köyünden Kazım Ağaya azap olarak verdim. Zaman kaybetmeden hemen o köyün yolunu tut. Sakın ola ki onlara saygıda kusur etme. Verilen her işi zamanında ve aksatmadan yap. Göreyim seni. Alacağımız hak’ı alnının teriyle hak etmelisin ki, biz de onu helal helal yiyelim. Anladın mı?
“Anladım,” dedim.
“Yağız at yemini artırır” demişler. Sen de her denileni harfiyen yaparsan, onlar da seni hoş tutar, aç ve açıkta komazlar. Hatta bazı görülecek işleri bile onlar sana demeden yap ki, gözlerine gir iyice. Sana gelecek yıllarda da azap tutsunlar. Görülmesi gereken iş zaten kendini gösterir. Sözün kısası “leb demeden leblebiyi anlamalısın.” Allah işini rast getirsin. Bu dünyada çalışmayana ekmek yok. Hem ekmek bile çiğnemeden yutulmuyor. Haydi güle güle.”
Şaşırmıştım. Bir süre bir şey diyemedim.
“Haydi, gecikme!” diye uyardı babam.
Babamın elini öpüp, annemin yanına vardım.
Annem.
“Baban böyle münasip görmüş oğlum” dedi. “Haydi, güle güle git.”
Annemin de elini öptüm. Sarılıp boynuma o da beni öptü. Ağlamamak için kendimi zor tuttum.
Köyü bilmiyordum.
Babam son uyarıyı yaptı:
“Alembeyli yoluna düş. İlerde rastladıklarına da sorarak bulursun köyü. İki, iki buçuk saatte varırsın köye. Unutma! Köye varınca Kazım Ağa diye sor. Gösterirler sana. Benden de bolca selam götür.”
“Tamam,” dedim. Yürüdüm.
Babam ardımdan son uyarıyı yaptı.
“İşleri zor diye, sakın bırakıp dönme! Böyle bir halt işlersen ötesini kendin düşün. Komam seni eve!”
Köyü çıkıp, dere boyunu izledim. Yolumun yönü batıya doğruydu.
Doğduğumdan bu yana hiç baba sevgisi görmemiştim. Şimdi de evinden dışlanmış, bilmediğim bir köydeki bir ağaya köle gibi satılmışım duygusuna kapılmıştım.
“Beni kaç ölçek ekine sattın baba” diye haykırdım. Yaşayacaklarımı, çekecek çilelerimi önceden sezinlemiş gibi, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Hem gidiyor hem ağlıyordum.
Hava iyice ısınmaya başlamıştı. Yazın son günleriydi ama hava yine de çok sıcaktı. Doğadaki bahar yeşilliği çoktan sarı renge bürünmüştü.
Yazıda yabanda çalışanlara sorarak, Alembeyli köyünün yanından geçip ikindi olmadan buldum Melemker’i; yeni adıyla “Dayıncık Köyü”nü. 35-40 evlik küçük bir köydü. Engebeli bir yere kurulmuştu. Köyün önündeki düz arazide köylünün harmanları vardı. Millet henüz harmandan kalkmamıştı. Som savuran, ekin çuvallayan kadınlı erkekli ve çocuklu insanlar vardı harmanlarda. Kimisi öküzlerin çektiği, kağnıya kurduğu saman çeteniyle saman taşıyor; kimisi de eşeklerinin çıplak sırtlarına vurduğu ekin seklemlerini (çuvallarını) taşıyorlardı köye, evlerine.
Köy, bir yamanın yüzündeydi. Evler dağınıktı. Biraz su akan cılız bir dereyi geçerek girdim köye. Ardından Kazım ağayı sordum bir adama.
O eliyle işaret ederek:
“İlerde, tepede görünen, o tek katlı ev” dedi.
“Sağ ol emmi” dedim, yürüdüm gösterilen eve.
Tepedeki bir düzlükteydi Kazım ağanın evi. Çevresi duvarla çevriliydi. Vardım, çaldım avlunun giriş kapsını.
Önce bir köpek havlaması duyuldu içeriden.
Çok sürmedi; “kes sesini alabaş” diye köpeği susturan bir kadın sesi… Ardından kapı açıldı. Soran gözlerle; “kimsin, ne istiyorsun” dercesine baktı sesin sahibi genç kadın;
“Ben Büyükpolatlı’dan İbrahim Şenol’un oğlu Haydar’ım abla. Size Azap olarak verilmişim,” dedim. SÜRECEK