Bir yanda toprak yığını diğer, yanda da kalıba dökülmüş oluklu tuğla ızgaraları vardı. İşçilerin bir kısmı elarabalarıyla çamur karılacak havuza toprak taşıyor; bir kişi havuza hortumla su tutarken, ayakları çizmeli işçiler de tuğla çamuru karmaya başlamışlardı. Sonradan gözlemleyerek öğrenecektim ki çamur belli bir süre dinlendirildikten sonra ya lime, ya da oluklu tuğla yapılacaktı. Güneşte kurutulan oluklu tuğlalar, ya da limeler fırınlara alınacak; her dizilen sıranın üzerleri de kömür tozu ile kapatılacaktı. Fırın tamamen dolduktan sonra da alttan tutuşturularak pişirilecekti. Fırınlarda pişen tuğlalar ya da limeler soğuduktan sonra dışarı alınacak; bir yere istif edilip, satışa sunulacaktı.
Ben de bir elimde su testisi, diğer elimde su tası su isteyene su yetiştiriyordum durmadan. Öğleye doğru güneş iyice kızdırmaya, su isteyenler de çoğalmaya başlamıştı. İşçiler yoğun bir tempoyla ter su içinde çalışıyorlardı. Ben de boş durmuyordum elbet. Zaten boş durdurmuyorlardı ki. Oldukça yorulmuştum. Kollarım kopacak gibi ağrımaya başlamıştı. Testiler boşaldıkça çeşmeye koşuyor, doldurup kaldığım yerden su dağıtım işini sürdürüyordum.
Öğle paydosu verildi. Yemek işine koyulduk. Yemekten sonra serilip kaldım bir kuytuda. Yeniden iş başı yapıldı. İş kaldığı yerden sürdürüldü. Ben yine testilerle çeşmeye koşturdum. Doldurup yeniden su dağıtım işine başladım. Suyu içenler “Su gibi aziz ol yeğenim” diyorlardı. Bu sözün anlamını bilmiyordum. Babama sordum. O baktı gülümsedi. İşine ara vermeden:
“Suyun sevildiği gibi sen de herkes tarafından sevil demektir” dedi.
Kızgın güneş altında kuruyan limeler taşındı fırınlara. Sıra sıra dizildi. Bir başka fırında pişen ve soğuyan tuğlaları taşıdı diğer işçiler elarabalarıyla. İstif yaptılar tuğla katarlarına.
Bu çalışma akşama kadar sürdü. Yeniden paydos denildi. İşçiler işi bıraktılar. Kimisi elleriyle üstlerinin tozlarını silkelerken, bir kısmı da belden üst yanlarını tamamen soyunup silkelediler. Akan musluktan sırayla ellerini yüzlerini yıkadılar. Ardından yine yemek kaygısına düştüler. Herkes karnını doyurup çekildi bir kıyıya, dinlenmeye geçtiler. Sigara içmeyen de yok gibiydi içlerinde. Bu arada bazıları bu monoton yaşamlarını şenlendirmek için bir birlerine el şakası yaptıkları gibi, kimisi de sanki hiç yorulmamış gibi güreş tutuyorlardı.
Ama ben çok yorulmuştum.
“Yoruldun değil mi?” Dedi babam.
“Yoruldum” dedim. Kollarım ağrıyor.”
“Şimdi hamsın da onun için yoruldun. Ama alışırsın. Alışınca duymazsın ağrı sızı. Üç beş gün sonra geçer hamlığın. Güreşen gençleri gördün. Hiç yorulmuşa benziyorlar mı?” dedi.
“Benzemiyorlardı.”
“Ekmek parası kolay kazanılmıyor oğlum! Kimse de durup dururken kimseye para vermiyor. Elin ayağın tutuyorsa, çalışabiliyorsan para kazanır onunla geçimini sağlarsın. Seni de buraya onun için çağırdım zaten. Seninde ev geçimine biraz katkın olsun istedim. Zaten geçim sağlayacak doğru dürüst bir arazimiz yok. Altı boğaz horantayız evde. Yeme içme, giyim kuşam ve akılda olmayan diğer masraflar. Evin geçimini döndürmek kolay mı?”
Babamla biraz dolaştık çevrede: Çevreyi tanıttı bana. Karanlık bastırırken de döndük koğuşa. Koğuşun ışıkları yanmıştı. Çok yorgundum. Hemen yatıp uyumak istiyordum. Göz kapaklarıma birer batman kurşun asmışlardı sanki. Yatağa uzanmamla birlikte uyuyakalmışım.
Sabah yeniden uyandırıldım babam tarafından.. Canım kalkmak istemiyordu ama mecburdum. Ev geçimine katkı için, sakalık işini sürdürecektim çaresiz.
Yeniden su desteğiyle ekmek, peynir, helva bastırdık midemizi. İşçilerden birisi çay demlemiş. Birer bardak da bize getirdi. Babam teşekkür etti ona. Sıcak bir şey inmişti kursağımıza.
Yeniden iş başı yaptık. Burada günler bir birinin benzeri olarak sürüyordu. Zaman zaman da at arabalarıyla, traktörlerle, kamyonlarla lime ve tuğla almaya gelenler oluyordu. Onları da çalışan işçiler yüklüyorlardı. Her ne kadar lime ve tuğla satılsa da, üretilenlerle gidenlerin yerleri dolduruluyordu.
Babam arada bir beni çalışmadıkları Pazar günü uzaktaki bir lokantaya götürdü. Orada çorba içtik. Midemiz sıcak çorbayla bayram yaptı. Çünkü hep kuru zıkı şeyler yemekten bıkmıştık.
KÖYÜME DÖNÜYORUM
Sanıyorum, bu sakalığım yani su dağıtıcılığım üç ay sürdü. Ağustos ayı başı, bir Pazar günüydü.
.“Bu kadar çalışma yeter” dedi babam.. “Seni artık köye gönderme zamanı geldi.”
Bana daha önce pazardan aldığı kullanılmış bir çocuk ceketinin iç cebine bir zarf içinde kağıt para koydu. Cebin ağzını da sıkıca dikti. Çaldırma, düşürme olasılıklarına karşı güvenceye almış oldu böylece. Diğer köylülerimiz de birer mektup vermişlerdi aileleri için. Ceketi de sırtıma giydirdi.
“Haydi kalk bakalım” dedi.
Birlikte Gölbaşı otogarına indik. Bir bakkaldan da taşıyabileceğim kadar bir şeyler aldı kardeşlerim için. Bir çıkına koydu.
Otobüs paramı da ayrıca verdi.
“Buna da iyi sahip ol” dedi.
Beni Gölbaşı’ndan Ankara arabasına bindirerek:
“Otogardan da Çorum arabasına bin, Alembeyli’de in. Sakın daldırıp da Sungurlu’ya, Çorum’a doğru gitme. Anladın mı?” SÜRECEK