Adam çamurlu eliyle alnının terini silip dönerek bana baktı:
“Sağ ol” dedi. “Kimsin sen?”
“Ben Paşapolatlı’sından geldim. İbrahim Şenol’un oğluyum. Babam burada çalışıyormuş.
İlerdeki toprak yığınını işaret ederek:
Oradaki çalışanlara sor” dedi.
“Sağ ol” dedim.
Koştum işaret ettiği yere.
Çalışan adamlar küreklerle el arabalarına toprak doldurup bir yere taşıyorlardı. Babamı tanımakta zorluk çekmedim. Oradaydı.
“Baba!..” diye seslendim. Durdu ve döndü. O da beni görmüştü. Sevinçle koştum. Çok sevinmiş, mutlu olmuştum.
Üstü başı eski, toz toprak içindeydi. Tozla ter karışımı yüzünde ince bir çamur tabakası oluşturmuştu. Tutup tozlu elini öpüp alnıma koydum.
Beni kucaklamasını, sıkıca sarmasını istedim, ama kucaklamadı. Sadece “hoş geldin” dedi
Arkadaşları da:
“Gözün aydın. Oğlun mu? diye sordular.
“Oğlum” dedi.
Babam bana dönerek:
“Biraz sonra iş paydos olacak. İlerdeki yapının orada bekle” dedi.
Dediği yere gidip duvar dibine oturarak onları izlemeye koyuldum. Ötede lime yığınından bir kamyona lime yüklüyorlardı. Karınca misali her birisi bir işte çalışıyorlardı işçilerin. Hiç boş duranları yoktu.
Çok sürmedi akşam oldu. Onlar da işi bıraktılar.
Babam üstünün başının tozunu silkeledikten sonra elini yüzünü yıkayıp yanıma geldi.
Anamı, kardeşlerimi sordu.
“İyiler” dedim. Selamlarını ilettim.
“Köyde ne var ne yok?” dedi.
“Yaramaz bir durum yok” dedim.
Okulumu sormuyordu. Onu da ben o sormadan söyledim.
“Okulumu bitirdim, mezun oldum” dedim.
“İyi” dedi sadece.
Elimdeki çıkını uzattım.
“ Anam gönderdi” dedim.
Çıkını açıp baktı babam. Anam mayalı yapmış koymuştu. Babamla yakındaki bir bakkala gittik. Babam oradan biraz peynir, suda haşlanmış yumurta biraz da yeşil soğan aldı. Döndük kaldıkları koğuşa. Bir gazete kağıdı soframız oldu. Bizim gibi herkes akşam yemeğinin derdine düşmüştü.
Su desteğiyle karnımızı doyurduk. Kalanları babam ahşap ranzasının yanındaki ağzı büzgülü torbasının içine koydu. Koğuştan dışarı çıktık.
Babamla birlikte bu tuğla ocağında çalışan dört beş tane de köylümüz vardı. Onlar da yemeklerini yedikten sonra yanımıza geldiler. Onlar tuğla yapım işinde çalışıyorlardı.
“Hoş geldin Haydar” dediler.
“Hoş bulduk” diyerek ellerini öptüm.
Köyden haber sordular.
Dilimin döndüğünce anlattım.
“Herkes işinde gücünde. Köyde yaramaz kötü bir durum yok” dedim.
Hava kararıncaya kadar koğuşun dışında oturduk.
Sonra içeri geçtik. Herkes yatağına geçip oturdu.
Koğuşta 15 kişi kalıyorlarmış.
Ben de babamın yatağında onunla sırt sırta verip yatacaktım.
Bu sırada birisi:
“Haydi Aşık Cemal. Vur şu sazının tellerine de biraz efkar dağıtalım” diye seslendi.
Aşık Cemal denilen genç nazlanmadı.
“Tamam Şakir ağam” dedi istekte bulunana.
Sazını eline alıp tellerine bir iki dokunarak ayar verdikten sonra, efkar dağıtan bir türküye durdu. Oynak bir havası vardı türküsünün. Sesi de çok güzeldi. Şöyle başlıyordu türkü.
“Tren gelir hoş gelir, ley ley limi limi ley
Odaları boş gelir, limi limi güzel gel bize.
Duydum yar bize gemli, ley ley limi limi ley
Sefa gelmiş hoş gelmiş, limi limi güzel gel bize.”
(…)
İlk kez duyuyordum bu türküyü.
Tüm işçiler coşmuşlar el çırparak tempo tutuyorlardı.
Türkü bittiğinde “yaşa Varol! Nefesin gür olsun!” sesleri yükseldi koğuşta.
Ardından bir başkası:
“Biraz da efkarlanalım dostlar” dedi.
Aşık Cemal yeniden dokundu sazının tellerine. Sonradan bunun bir uzun hava olduğunu öğrenecektim.
Bu kez hiç kimseden çıt çıkmıyordu. Aşık Cemal’in sazı ve sesi yüreklerin bam tellerini dokunuyordu şimdi.
“Erzurum dağları kar ile boran
Sardı yüreğimi dert ile verem
Siz de bulunmaz mı bir kurşun kalem
Yazam hallarımı yare bildirem
Oy beni beni de belalım benim…”
(…)
Of çeken, ah çekenlerin sesleri bir birine karıştı. Ben yolda yorulduğum için bir süre sonra uyuyakalmışım.
TUĞLA OCAĞININ SAKASIYIM
Sabah babamın sarsmasıyla uyandım.
“Haydi oğlum, kalk artık” diyordu.
Koğuşta herkes ayaklanmıştı. Benim için de yeni bir gün başlıyordu Bir hareketlilik bir canlılık vardı dışarıda. Biraz sonra işbaşı yapacaktı herkes.
Elimi yüzümü dışarıda çeşmenin musluğundan akan suyla yıkadıktan sonra, babamla birlikte akşamdan kalan ekmek, peynir ve zeytinle midemizi bastırdık. Üzerine bir de su içtik.
Babam önceden hazırlamış oldukları iki testiyi eline alıp bir su tasını da bana vererek “gel benimle” dedi. Onu izledim. Tuğla Ocağının 200 metre kadar uzağında bir çeşmeye vardık.
“Buranın suyu güzeldir. Bu çeşmeden testilerini doldurup akşama kadar çalışan işçilere su dağıtacaksın dedi. “Görevin bu.”
“Tamam,” dedim.
İlk suyu babam doldurup çalışma yerine kadar taşıdı. Babamın İşçibaşı olduğunu söylediği adam zilini çalarak:
“İşbaşı, işbaşı. Hadi sallanmayın! Çabuk olun. Geç başlayanın günlüklerinden keserim haa!.. diye gözdağı verdi.
Tüm işçiler koşarak işbaşı yaptılar. Karıncalar gibi de çalışmaya başladılar.
“Kolay gelsin baba” dedim.
“Sana da oğlum, dedi.
(SÜRECEK)