Ardından bizim çobanlık işi başlardı. Ayağımız lastik ayakkabı görmezdi pek. Çoğu zaman yalınayak olurduk yaz günleri. Hayvan gönünden yapılmış, çarık giyerdik. Gündüz yaz sıcağında kuruyup kemikleşen çarıklarımızı akşamdan sabaha kadar bir teneke, ya da leğen içindeki suda bekletirdik. Sabahleyin de işe yada çobanlığa giderken çarıkları yumuşamış olarak ayağımıza giyerdik. Sırtlarımızda arada bir yağda kavrulmuş yumurta ya da çökelek dürümü olurdu. Çoğu zaman da yalnız yufka ekmek ve bir iki baş soğandan oluşurdu azığımız. Ve böyle düşerdik mal peşine. Gün içinde hava ısındıkça ayağımızdaki çarıklar yine kurur ayağımızı sıkmaya, canımızı yakmaya başlardı. Öğleyin hayvanları sulamak için bir su başına götürdüğümüzde de ayaklarımızı suya sokarak çarıklarımızı yumuşatıp rahatlamaya çalışırdık. Bu her gün böyle sürer giderdi. Eskiler boşa dememişler ya: “Gün çarığı, çarık da ayağı sıkar” diye.
Mal peşinde çobanlık Eylül ayı sonuna kadar sürerdi. Ekim ayı başında yeniden okullar açılır ve biz yine okul yoluna düşerdik. Havaların iyi günlerinde hep yalınayaktık. Havalar soğuyup kış kıyamet bastırınca çoğumuz çarık giyerdik. Canik lastik ayakkabı giyebilen çok azdı köyde. Eskiden kışın çok kar yağardı. Toprak damlı evlerimizin üzerine yarım metreden fazla kar birikirdi. Onları da sıyırgılarla her kar yağışından sonra temizlerdik. Havaların hafif ılıyıp karların erimesiyle köy içindeki yollar çamura çökeğe keser. Okula zor gider gelirdik. Bir de evdeki hayvanların samanı yemi, sulanması bizleri canımızdan bezdirirdi. Soğuk havalarda üşüyüp hasta olursak günlerce ateşler içinde kıvranır; çoğu kez de ağızsız, dilsiz ölümle pençeleşirdik. Ölen ölür, iyileşen yeniden yaşama tutunurdu ucundan kıyısından. Okula da yakacağımızı kendimiz götürür sınıf sobasında çalı çirpi, saman ve hayvan dışkısından yapılmış tezek yakardık.
İlkokul yaşamımız yarı, açık yarı çıplak, denilebilecek biçimde yokluk ve yoksulluk içinde geçmişti. Baharın gelip havaların ısınmasını canı gönülden beklerdik Dördüncü beşinci sınıflarda ders sayısıyla birlikte ders kitaplarımızın sayısı da artmıştı. Bunlar Tarih, Coğrafya, Yurttaşlık Bilgisi, Türkçe, Matematik, Tabiat Bilgisi, Aile Bilgisi, Dilbilgisi, Din Dersi kitaplarıydı. Babam yoksul olduğu için bu kitapları alamadım. Komşumuzun oğlu Hasan Yaramış’ın kitaplarından yararlanarak birlikte çalışırdık. İlkokulu böyle bitirdim. O yıllarda köyümüzde ilkokulu bitirenlerin hiçbirisini okutmazlardı. Ben okumak istesem bile babamın okutma gücü yoktu.
ANKARA GÖLBAŞI’NA GİDİYORUM
Benim için asıl çile ilkokulu bitirdikten sonra başladı. Zaten aklım erdi ereli gücümü ve boyumu aşan işlerin altına sürülmüş, taşıyamayacağım yükler yüklenmişti çocuk bedenime. Yediğim her lokmayı fazlasıyla hak ettiğime inanıyordum.
1953 yılı Mayıs ayının ilk haftasında ilkokul bitirme sınavlarımız oldu. Mezun olmuş, okulu bitirmiştim. Babamlar o zaman bazı köylülerimizle birlikte Ankara Gölbaşı’nda tuğla ocağında çalışıyorlardı. Babam, orada çalışıp da köye dönenlerden biriyle anama: “Haydar’ı yanıma gönderin” diye haber göndermiş. Anam babama götürmem için elime bir ekmek çıkını verdi. Beni Alembeyli köyüne giden bir köylümüzün yanına kattılar. O da beni Alembeyli köyü üzerinden Ankara’ya giden otobüslerinden birine bindirdi. Uzun bir yolculuktan sonra Ankara’ya vardı otobüsümüz. Çocuğum, Ankara’ya ilk kez geliyorum. Dağ taş hep evlerle dolu. Hele de o çok katlı yapılar. Yollarda yüzlerce araç; kamyon, otobüs, taksi… Kimi gidiyor, kimi geliyor. Baş döndürücü bir araç ve insan kalabalığı.
Sonunda birçok otobüsün durduğu, otogara girdi otobüsümüz. Biz de indik. Bu insan kalabalığı, araç yoğunluğu ve gürültü açıkçası başımı döndürmüştü. Gölbaşı’na nereden, nasıl gidilir bilmiyorum. Ürkerek, korkarak sordum oradaki vatandaşlardan birine. Sağ olsunlar, ilgilendiler. Götürüp Gölbaşı’na kalkan arabaların yazıhanesine teslim ettiler beni. Otobüs ücretini alıp, bindirdiler beni Gölbaşı otobüsüne.
Bir süre sonra arabamız doldu biz de hareket ettik. Camdan dışarısını seyrederek gidiyordum. İlk kez Sungurlu’ya gittiğimde de çok şaşırmıştım ama orası Ankara’nın yanında köy gibi kalıyordu.
Burası Ülkemiz Türkiye’nin başkentiydi. Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar burada oturuyordu. Ulu Önderimiz Atatürk Türkiye Büyük Millet Meclisini Ankara da açmış; yurdumuzu düşmanlardan kurtardıktan sonra Ankara’yı Türkiye’nin başkenti yapmıştı. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyeti kurmuş; Millet Meclisi de O’nu Cumhurbaşkanı seçmişti. .Ülkemizi Ankara’dan yönetmişti. Ülkemizi geliştirmiş, kalkındırmıştı. Ama ne yazık ki 1938’de çok genç bir yaşta vefat etmişti. Yüce Atatürk’ümüzün kentine gelmiş olmaktan dolayı da ayrı bir sevinç ve heyecan kaplamıştı yüreğimi. Arabadan inince tuğla ocaklarını sordum birine. Tarif ettiler. Vakit ikindiyi bulmuştu. Sonunda sora sora buldum babamların çalıştığı tuğla ocaklarını. Geniş bir alanda toprak yığını, güneşte kurumaya bırakılmış limeler ve oluklu tuğlalar vardı. İlerde de tuğla ocağının kendine özgü yapıları vardı.
İşçiler harıl harıl çalışıyorlardı. Kimisi çamur havuzundan el arabalarıyla lime döküm ustalarına çamur taşıyor; bu çamuru kürekle göz göz olan lime kalıplarına döküyorlardı. Usta da elindeki malayla üzerlerini düzeltip kalıbı kaldırıyordu. Yeniden kalıbı öncekilerin yanına koyuyor. Böylece lime yapım işi sürüp gidiyordu. Öbür yanda da oluklu tuğla yapımı sürüyordu. Ayrıca, satışa hazır, oluklu tuğla ve lime yığınları…
“Kolay gelsin ustam” dedim
(SÜRECEK)