O gün, ya da daha sonra anlattıklarını, beynime yer eden biçimiyle zaman içinde şöyle anımsayacaktım.
Anamı, kağnıya yatırıp Alembeyli köyüne kadar götürmüş. Oradan da Ankara yönünden gelip Sungurlu Çorum yönüne giden bir arabaya bindirip Sungurlu’da indirip bir doktora götürmüş. Muayene sonunda doktor:
“Hastanı hemen Çorum Devlet Hastanesine götür,” demiş. “Sakın geri köye döneyim deme. Yoksa eşini kaybedersin.”
Anamı alarak yeniden bir arabaya bindirip Çorum Devlet Hastanesine ulaştırmış. Orada da muayene eden doktor:
“Ameliyat” demiş. “Hemen ameliyat olması gerek.”
Anamı hastaneye yatırıp midesinden ameliyat etmişler. Oradaki derdini almışlar. Zor bir ameliyatmış.
Uzun zaman kendisini gelememiş anam. Onun için babam ayrılamamış anamın yanından. Durumu iyiye doğru dönüşmeye başlayınca geri anamın yanına dönmek üzere bizi yoklamaya gelmiş.
Babam yanımızda bir gece kaldı. Bize yemek pişirip, yufka ekmek suladıktan sonra ağabeyimle bana:
“Ben şimdi gidiyorum. Birkaç gün kadar annenizi getiririm. Evden bir yere ayrılmayın. Akşam yatmadan önce kapınızı arkadan kilitleyin. Mallar evde kalmasın. Her sabah sığıra sürün. Kardeşlerinize de iyi bakın.” Dedikten sonra çıkıp gitti.
Bizim için yine zor ve sıkıntılı günler başlamıştı. Ama yavaş yavaş bu yaşama da alışıyorduk. Bizi arada sırada yoklayan komşu kadınlar, kimi zaman. bize yemek getirdiler; kimi zaman da evimizde bize çorba ve bulgur pilavı pişirdiler. Ne demişler: “Elden gelen övün olmaz. O da vaktinde bulunmaz.” O nedenle çoğu günler kendimizle baş başa kaldık. Aç, sefil bir durumda bin bir sıkıntıyla geçen günlerimizde kuru yufka ekmekle bastırdık açlığımızı. Yanında da bolca su içtik. Suyu da küçük bir kovayla ağabeyim taşıdı köy çeşmesinden. Mevsim bahara doğruydu. Havalar tam ısınmamıştı. Özellikle akşamları hava serinliyordu. Evde üşüyorduk. Sobayı, ağabeyimle birlikte çok zor yakıyorduk. Babam annemle dönünceye kadar çok sefillik, yokluk ve sıkıntı çektik.
Bir gün ikindiye doğru evimizin kapısının önündeydik. Anamın gittiği yönden gıcırtılarla bir kağnının geldiğini gördük. İki kara öküzün çektiği kağnının sürücüsünün yanındaki adamı tanıdık O babamızdı. Anamız geliyordu kağnıyla.
“Geliyorlar!..” diye sevinçle bağırdık.
Ağabeyim küçük bacımı aldı kucağına, bende ötekinin elinden tutarak koşarak karşıladık anamı. Tam karşılaştığımızda adam kağnıyı durdurdu. Babam, bacılarımı kucaklayıp uzattı anama. sonra, bizler tırmanıp kağnıya, sarıldık anamıza. Benzi soluktu. Gözyaşları içinde sevgiyle, şefkatle kucakladı bizleri. Anamıza kavuşmanın sevinç ve mutluluğuyla kana kana ağlıyorduk hepimiz de. Hepimiz için de 20 günlük çile bitmiş görünüyordu. Ama büyüdükçe anlayacaktım ki, yaşam boyu çekeceğim sıkıntılar ve çileler hiç eksilmeyecek artarak sürecekti.
ÇOCUKLUK MU,
ÇOBANLIK MI?
Benim çocukluk ve gençlik dönemim hep çobanlık ve el kapılarında azaplıkla geçmiştir. İlk çobanlığım da Ömer Çavuş’un kapısındadır. Ömer Çavuş, köyün zenginlerindendi. Babamın dayısı, bizim de büyük dayımızdı. Ben onun kapısında 5-6 yaşlarındayken, çobanlığına başladım. Yani mallarını, davarlarını bir süre ben güttüm karın tokluğuna. Onun yetişkin oğlu yoktu çobanlık yapacak. Bir oğlu vardı, ama çobanlık yapamayacak kadar küçüktü daha. Öyle para pul vermezdi bize, mallarını güttüğüm için. Para pul lafın gelişi de, o yıllar ekin karşılığıydı yapılan hizmet ve çobanlık. Parayı köylü kısmı, harman sonu görürdü. Millet harmanda arpasını, buğdayını sürüp ekinini ambara, samanını da hayvanlarının kışlık yiyeceği olarak samanlığa attıktan; yiyecek ve tohumluk ekinini ayırdıktan sonra kalanını satar, cebi de o zaman para görürdü. Benimkisi bedavaya çobanlıktı. Hizmetimin karşılığı olarak ekin de vermezdi dayım. Babam öyle anlaşmıştı.
Okul çağım gelmiş olmalı ki 1948 yılı öğretim yılı başında ilkokula kaydımı yaptırdılar. Yalınayak, başı kabak derler ya öyle başladım okula. Okulumuz tek öğretmenliydi. Beş sınıf bir arada okuyorduk. Defter bulursak kalem bulamıyor, kalem bulursak defter bulamıyorduk. Arkadaşlarımızdan ödünç defter yaprağı alır, öyle sürdürürdük derslerimizi Derslerimde gayretliydim. Can kulağıyla dinlerdim öğretmenimi.
Eskiden çok kar yağardı. Engin damları kar kapatırdı. Evler görünmezdi. Mal davar çıkamazdı kardan Biz çocuklar da öyle. Herkes evinin önünü açardı. Babalarımız da evden okula kadar okul yolunu açarlardı, okula kadar. Yoksa yarı belimizi aşan karda okula gidemezdik. Okula giderken elimize ya bir odun ya da bir tezek alırdık, okulda sınıf sobasında yakmak için. Bütün sınıfları Kamil öğretmende okumuşumdur. 23 Nisan Bayramından sonra karnelerimizi alır; okulumuz da beş ay yaz tatiline girerdi.
(SÜRECEK)