ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

HAYDAR’LA ORTAK ANILARIMIZ
Köydeki o ilk öğretmenlik yılımda Haydar’la ve köyüyle ilgili unutamadığım anılarım da vardı elbette. O zaman tuttuğum kısa notlardan yararlanarak yazdığım o anıları sırayla aktarıyorum.
“12 Kasım 1961, Pazar.
Köyde göreve başlayışımın 11. günü.
Köyde düğün var.
Davul zurna sesi odama kadar geliyor.
Sabahleyin Yusuf geliyor odama.
“Haydı”, diyor “Gelin, Kemallı köyünden getirilecek. Sen de katıl bize. Senin için de bir değişiklik olur” diyor.
“Peki” diyorum.
Biz de gelin almaya giden düğün alayına katılıyoruz. Haydar ve Çelebi’yle ilk o gün tanışıyoruz. Düğün alayıyla birlikte yürüyerek Kemalli köyüne gidiyoruz. Kemalli, Sungurlu ilçesi yönünde. Bizim köyden oraya yürüyerek üç saatte ulaşıyoruz. Kemalli’nin de Sungurlu’ya uzaklığı yürüyerek bir saat çekiyormuş. O gün hava parçalı bulutlu. Öğle sonu gelini alıp, akşama doğru köye dönüyoruz. Ve biz birbirimizden hiç ayrılmıyoruz o gün.
Bu da benim için bir değişiklik oluyor elbet.
HAYDAR’IN ŞAKASI
24 Kasım 1961. Günlerden Cuma.
Babamın köye, yanıma gelişinin ertesi günü.
O gün yaşadığım bir olayı burada anlatmadan geçemeyeceğim.
Öğle ara vermesinde ben de Cuma namazı için camiye gidiyorum. Babamı yalnız bırakmamış Yusuf. Onunla birlikte gelmişler camiye.
Cuma namazı çıkışında ayakkabıları koyduğum yerde bulamıyorum. Ayakkabı terekleri cami dışında, “son cemaat” olarak nitelenen bölümde, giriş kapısının iki yanına sağlı sollu olarak yerleştirilmiş. Koyduğum tereğin yanına yöresine bakıyorum. Ayakkabılar yok. Şaşkın, bir durumda ne yapacağını bilemeden kalakalıyorum bir kıyıya çekilerek. Camidekilerin çoğu çıkmış. Cami önünde bekleşenler, babama hoş geliş ediyorlar. Yusuf da çıkmış beni bekliyor.
“Ne bekliyorsun?” diye işaret ediyor.
“Ayakkabılar yok!” diyorum.
“?”
Şaşırıyor, bir anlam veremiyor bu duruma.
Ayakkabılar Yusuf’un ayakkabıları.
“Nereye koymuştun?”.
“İşte buraya!”.
Oradakilerin de bakışları üzerime çevriliyor.
Utanıyorum açıkçası. Zaten camide de kimse kalmamış, imam da çıkmış, kapıyı örtmek üzere.
Birisi yanlışlıkla giyse, giyenin ayakkabısının kalması gerek. Ama yok.
Birisi bir şaka yaptı desem, şaka yapılacak kadar kimseyle senli benli değilim. Hem böyle saçma bir şakayı kim yapar ki bana. Daha 24 günlük öğretmenim köyde. Hem ne bileceklerdi benim ayakkabılarımı derken...
İki genç sıyrılıp çıkıyor oradakilerin içinden.
“Hocam kusura bakmayın” diyor birisi.
Ayakkabılar elinde.
“Biz bu ayakkabıları Yusuf’un biliyorduk. Şaka olsun diye almıştık. Arattırıp kendimizce eğlenecektik biraz. Çünkü o da bize az şaka yapmıyor.”
Öyle rahatlıyorum ki birden. Kızamıyorum gençlere. Gülümseyerek, önüme konan ayakkabıları takıyorum ayaklarıma.
“Bunlar gerçekten de Yusuf’un ayakkabıları” diyorum. “Ama şimdilik emaneten bende.”
Çünkü, ayakkabılarımın altı delinmiş, Yusuf da, onlar tamirden dönünceye kadar kendi yedek ayakkabılarını vermişti bana.
Yusuf da gülüyor.
“Baltayı taşa vurdunuz aslanım,” diyor. “Siz benimle başa çıkamazsınız. Bir şaka yapmaya kalkıştınız. Onu da ağzınıza burnunuza bulaştırdınız.”
“Ne desen haklısın,” diyorlar.
Benden de yeniden özür diliyorlar.
“Önemli değil,” diyorum.
Bu genç Haydar Şenol’du.
KUYRUKLUDAĞ’IN
ODUNU
25 Kasım 1961, Cumartesi,
Babamı, sabah yolcu ediyoruz. Yusuf’un önceden tembihlediği Haydar, Çelebi ve Dursun muhtarlığın da izniyle sabahleyin benim için köyün dağına oduna gidiyorlar. Öğle sonu da altı eşek yükü odunla dönüyorlar. Bu altı yük odunla çıkaracağım kışı. Parasıyla da olsa, başka odun bulmam olanaksız köyde. Çünkü yok. Köylü, kendi pratik zekâsının buluşu olan “Kuyrukludağ’ın Odunu”yla ısınıyor bütün kış boyu. Nedir bu kuyrukludağ’ın odunu” derseniz, önce onu anlatayım:
Köylü, kışın büyükbaş hayvanlarını doyurmak için ahırdaki oluklarına günde üç öğün saman doldurur. Hayvanlar samanı yerken iri parçalarını yemez, ayırır. Ona “kes” adı verilir. Kes oluktan alınarak bir kıyıda biriktirilir. Bu kes, kış mevsiminde sobalarda ısınmak, yemek pişirmek; bir de tandırlarda ekmek yapmak için yakılır. Ayrıca bu kes, hayvan dışkısıyla karıştırılıp kurutularak tezek durumuna getirilir. Buna “kuyrukludağın odunu“ denilir köyde. Nasıl elde edilip, nasıl yapıldığını da anlatayım:
Bahara doğru havalar ılıyıp, yazıda yabanda kırlar bayırlar yeşermeye, ağaçlara su yürümeye başlayınca küçük ve büyükbaş hayvanlar da yaylıma çıkarılır çobanlar tarafından. Çobanlar evlerdeki büyükbaş hayvanları otlatmaya götürmek için yüksek bir dam üstünden “hooo, hooo!” diye seslenir. Evlerden çıkarılıp sığıra katılacak hayvanlar eğrek yerlerinde getirilir, orada toplanırlar. Köy kadınları, kızları ellerinde teneke ya da leğen gibi kaplarla hayvanlarının peşleri sıra eğrek (toplanma) yerine kadar gelirler. Hayvanların dışkılarını yarışa kapışır; avuç avuç alıp ellerindeki kaplara doldururlar. Hatta sığır eğrek yerinden ayrılıp yaylım yoluna düştüğünde bile, kaplarını dolduramamış olanlar varsa, sığırı köyün dışına kadar izlerler.
(SÜRECEK)