Pek çok konuyla ilgili oldukça geniş bir arşivim var.

Özellikle de Atatürk resimleriyle ilgili.

Bu güne değin ilk kez gördüğüm, çok bozuk bir Atatürk resmi elime geçti.

Arama motorunu taradım, resmin neti orada da yok.

İz Fotoğraf Stüdyosuna gidip, fotoğrafı temizlettim. Ekteki gibi oldu.

Sonra da bu resmin nerede ve nasıl görüntülendiğinin peşine düştüm.

Dolmabahçe Sarayı’nda çekilmiş.

Hüzünlü bir geçmişi var ekteki bu resmin.

Tarih 29 Ekim 1938…

Atatürk, Dolmabahçe Sarayı’ndaki odasında bitkin ve yarı uykulu bir şekilde yatıyor.

Sağlık durumu çok kötü.

Doktorları yaşamından umutlarını kesmiş; “her an her şey olabilir” diyor.

Atatürk de bunun farkında; O da ölümü bekliyor.

Acıları dayanılmaz boyutlarda.

Oysa o gün İstanbul’da ve de tüm Türkiye’de, Cumhuriyet Bayramının kutlamasına ilişkin hazırlıklar yapılıyor.

Dayanılmaz acılarla kıvranan Atatürk’ün aklı fikri törenlerde…

Son kez o törenlere katılıp, son kez halkıyla birlikte olmak ve yine son kez halkını selamlamak istiyor.

Nitekim O’nun da törenlere katılabileceği olasılığı düşünülerek; şeref locasına yorulmadan çıkabilmesi için Ankara hipodromuna asansör bile yaptırılmış, ama ne mümkün…

… …

“Öleceksem, bu törende, halkıma el sallarken öleyim… Tüm sorumluluk bana ait. Beni 29 Ekim törenlerine katılmak üzere Ankara’ya götürün” diyor Atatürk.

Diyor demesine de; değil yatağından kalkacak, yatakta doğrulacak durumda bile değil.

Gün böyle bir gün ve Atatürk yatakta sağından soluna dönemiyor.

Derken, Saray’ın önünden geçen bir vapurdan; içeriği tam anlaşılmayan tezahürat sesleri geliyor.

Atatürk’ün isteği üzerine odanın pencereleri açılıyor.

Bir hastabakıcı, “Askeri öğrenciler Paşam” diyor; “Size tezahürat yapıyorlar…”

Atatürk yatağından kalkmaya yelteniyor ama başaramıyor.

Askeri öğrencilerin okuduğu İstiklal Marşı yankılanıyor odada.

O an odadan içeri, manevi kızı Sabiha Gökçen giriyor.

Bakıyor ki Atatürk ağlıyor, görevlilere “camları kapatın” talimatını veriyor.

Anında müdahale ediyor Atatürk.

“Sakın” diyor, “Sakın kapatmayın ve beni o pencerenin önüne taşıyın. Çocuklarımla vedalaşacağım…”

Odada bulunanlar, ne yapacaklarını bilemez halde, şaşkın şaşkın birbirlerine bakıyorlar.

Atatürk sesini yükseltiyor.

“Beni derhal pencerenin önüne taşıyın!”…

Bu bağırışlar üzerine, içeri Doktoru Neşet Ömer ve Salih Bozok giriyor.

Atatürk heyecanını onlarla paylaşıyor.

- Duyuyor musunuz?

- Evet Paşam diyorlar, gözleri dolarak “Duyuyoruz…”

“Onlar, Cumhuriyeti emanet ettiğim gençlerimiz..” diyor Atatürk gururla.

Sanki bir anda iyileşmiş, güçlenmiş gibidir, gözleri parlıyor.

Dışarıda da gençler, coştukça coşuyor.

Gençler, “Yaşa Atatürk! Öl de ölelim! Varol Atatürk!” diye bağırmakta, bazı gençler üzerlerindeki üniformalarıyla vapurdan suya atlayarak, saraya doğru yüzmeye çalışmakta, "Atamızı görmek istiyoruz !” diye haykırmaktadır.

Atatürk, “Çocuklarımı görmek istiyorum. Buraya kadar gelmişler, hiç değilse onlara el sallamalıyım, beni pencereye götürün!” emrini veriyor.

Doktor Neşet Ömer “Fakat Paşam…” diyecek oluyor, Atatürk doktorun itirazına sertçe yanıt veriyor:”

“Fakat ne doktor, fakat ne! Çocuklarım aşağıda, bana sesleniyor. Fakat ne!”

Doktor Neşet susmak zorunda kalıyor..

Salih Bozok hemen pencere önüne bir koltuk koyuyor.

Atatürk’ü giydiriyorlar. Bu giyinme işlemi O’na çok büyük ıstıraplar veriyor. Yüzünden boncuk boncuk terler süzüldüğü halde, hiç sesini çıkartmıyor.

Sonra nöbet odasından koşup gelen Kılıç Ali’nin de yardımıyla, Ata’yı pencerenin önündeki koltuğa götürüp, oturtuyorlar.

Atatürk giyinmiş, başı dik, sanki günleri sayılı bir hasta değilmiş gibi, gülümseyerek gençlere el sallıyor.

Bu fotoğraf, işte o fotoğraftır.

… …

Gençler, Atatürk’ü pencerede görünce, iyice coşuyor.

Sanki denizde bir anda kıyamet kopuyor.

Askeri öğrenciler, yek vücut "Büyük Atatürk” diye haykırdıklarında, yer gök inliyor..

Gençlerden birkaçı daha üniformalarıyla vapurdan atlayarak Ata’larına doğru yüzmeye, marşlar söylemeye başlıyor.

Bu manzara karşısında duygulanarak ağlayan Atatürk’ün gençlere salladığı eli, gittikçe gücünü kaybederek yana düşüyor…

Gözyaşları içerisinde “Yoruldum…” diyor.

Kılıç Ali ve Salih Bozok, O'nu koltuğu ile kucaklayarak, yatağının yanına getirirlerken, dışarıdan gelen tezahürat sesi, gittikçe yükselmektedir.

Paşanın “Onları gördüğüm için mutluyum” derken, yumduğu gözlerinden ip gibi yaşlar süzülmektedir…

Ağlayan yalnız Paşa değildir, oda da bulunan herkes bir köşeye çekilmiş, ağlamaktadır.