Avrupa Parlamentosu (AP) 2018 yılı Türkiye raporunu da kabul etti.

"AB'nin Türkiye ile müzakereleri resmen askıya alması" istenen rapor, 13 Mart 2019 günü 109’a karşı 370 oyla kabul edildi.

Raporda "insan hakları, hukukun üstünlüğü, basın özgürlüğü, yolsuzlukla mücadele, OHAL kalkmış olsa bile uygulamalardan duyulan endişe" konusunda ağır eleştiriler yer aldı.

Hem iktidar, hem de muhalefet tarafından kabul edilemez görülen bu kararlar, adeta iktidarların her yıl yaşadığı bir kâbus oldu.

Oysaki bu raporlar 1998'den bu yana hazırlanmaktadır. Ülkenin resmi verilerine göre düzenlenmekte ve de yıllık olarak değerlendirilmektedir.

Elbette Türkiye için, bu eleştiriler ve endişeler ağır olmuştur. Ama yapılan bu tespitler, eleştiriler ve endişeler 1998'den bu yana hazırlanan her raporda yer almıştır.

Üstelik her rapor bir öncekini aratacak ölçüde ağır olmasına karşın, 1998'den bu yana asla dikkate alınmamıştır. Ülke içinde bir hamasetle üzerine yatılır olunmuştur.

Peki, neden bu ağır eleştiriler yapılmaktadır?

***

Öncelikle Türkiye'nin Avrupa Birliği (AB) sürecine kısaca bir bakalım:

1959'da o günkü adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu'na (AET) başvurulmuş, 1963'te Ankara Antlaşması imzalanmış, 1987'de tam üyeliğe başvurulmuş, 1995'te Gümrük Birliği imzalanmış, 1999'da aday ülke olarak kabul edilmiş, 2005'te üyelik müzakerelerine başlanmış bir süreçtir.

Ve bu sürece hiçbir siyasetten de itiraz gelmemiştir.

Aslında 96 yaşındaki Türkiye'nin 60 yıllık AB süreci, Tanzimat'la başlayan ve 200 yıldır devam eden Batılılaşma sürecinin ete-kemiğe bürünmüş bir ifadesidir.

***

Olaya bir başka açıdan daha bakalım:

AB, küresel kapitalist sistemin Avrupa kanadıdır. Küresel sistemin koruyucusu olan NATO'nun merkezidir. Ve de bugünkü burjuva devlet kültürünün doğum yeridir.

Türkiye böyle bir sistemin içine bu olguları bilerek girmek istemiştir. Bugüne kadar mecliste yer alan hiçbir siyaset de buna hayır dememiştir.

Elbette AB'nin, içine almak istediği ülkelerden istediği kriterler vardır ve de olacaktır.

İşte bu nedenlerle, eğer gerçekten AB'ye girilmek isteniyorsa bu eleştiri ve endişeler paylaşılmalı, gereği yerine getirilmelidir.

Ya da AB kapılarında beklenmemeli, içeriye dönük hamaset yapılmamalıdır.

***

Oysaki AB adayı olan Türkiye:

-Avrupa Konseyi'nin kurucu üyesidir.

-Kısa adı AGİT olan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı'nın kurucu üyesidir.

-Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD), Avrupa Yayın Birliği (EBU), Avrupa Sivil Havacılık Konferansı (ECAC) gibi Avrupa örgütlerinin kurucu üyesidir.

-Avrupa Patent Ofisi (EPO), Avrupa Telekomünikasyon Standartları Enstitüsü (ETSİ), Avrupa Ragbi Federasyonları Birliği (FIRA), Avrupa Futbol Federasyonları Birliği (UEFA) gibi Avrupa kuruluşlarının üyesidir.

-Ayrıca NATO üyesidir.

-Ayrıca Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni imzalamış bir ülkedir.

-Ayrıca İslam ülkeleri içinde AİHM'de yargıcı bulunan bir ülkedir. Yani Avrupa içine büyük ölçüde girmiştir Türkiye.

***

İşte bu olgular nedeniyle AP ve genelde AB kararlarını eleştirirken şu soruları da kendimize bir sormak gerekmez mi?

-Eğer bu ülkede yargı, yargı olmaktan çıkmış ya da çıkıyor ise...

-96 yıllık bir etnik kavga çözülmüyor, 96 yıldır bir inanç sorunu duyulmuyor ise...

-Çığ gibi yükselen işsizlik çözülemediği gibi, her gün biraz daha büyüyor ise...

-Halen devlet kadrolarında, liyakat dışı siyasi bir kadrolaşma yapılıyor ve toplumun devlete olan güveni giderek sarsılıyor ise...

-Siyasete duyulan güvensizlik ve öfke daha da yükseliyor ve de devlete yöneliyor ise...

Batı'dan gelen eleştirilere ve yaptırımlara öfkelenmek mi gerekir, yoksa bu sorunları çözmek mi gerekir?

Ve de bu ülkede:

-Namus, özünden uzaklaştırılıp yalnız kadının cinselliği üzerinden sorgulanıyor ise...

-AB'de sözü bile olmayan kadına şiddet, bu ülkede her gün yaşanan sıradan bir olay ve kadına şiddetin kınandığı bir günde bile kadına şiddet kullanılıyor ise...

Batıya öfkelenmek ve bir hamasetle meydan okumak mı gerekir, yoksa bu sorunları çözerek Batı'dan gelen bu aşağılayıcı sözlere muhatap olmamak mı gerekir?