Bir hukuk fakültesinde Profesör, derse girer, kürsüsüne oturur, öğrencilerden birine gözlerini diker, adını sorar.

Öğrenci “Ali” diye yanıt verir.

Bu yanıt üzerine Profesör, bir anda ayağa fırlar; “Defol bu sınıftan, seni bu sınıfa görmek istemiyorum. Bundan böyle benim hiçbir dersime girmeyeceksin…” der.

Bütün öğrenciler şaşkınlık içindedir…

Neye uğradığı şaşıran Ali de şoke olmuş bir ruh haliyle sınıfı terk eder.

Herkes ne olup, bittiğini anlamak için beklemektedir. Ancak hiç birinden tek bir ses çıkmaz…

Profesör, kürsüsünden inip, öğrencileri tek tek süzerek, gözlerinin içine baka baka, amfi içinde dolaşmaya başlar.

Çıldırtan bir sessizlik egemen olmuştur amfiye.

Bu sessizlik herkesin sinirlerini bozmuş, kafasını karıştırmıştır.

Öğrenciler, hiç konuşmadan, kendilerini tek tek süzerek amfide volta atan hocalarından gözlerini kaçırmakta, önlerine bakmaktadır.

Volta atmayı bırakıp, kara tahtanın önüne gelen Profesör, “Yasalar ne için vardır?” diye sorar.

Ders başlamış; yanıtlar, tek tek havada uçuşmaya başlamıştır.

Öğrencilerden biri “düzeni korumak için…” der.

Diğeri “toplumda yaşayan bireylerin hak ve özgürlüklerini sağlamak için…” der.

Bir diğeri, “insanca yaşam haklarını sürekli kılabilmek için…” der.

Bir başka diğeri, “devlet vatandaş ilişkilerini olması gereken düzeyde tutup, saygın bir yurttaş olarak kalabilmek için…” der .

Diğer bir başkası da, “kişi ya da kişilerin, yasalar çerçevesinde hakkını, her bir konuda ve her bir yerde arayabileceğini bilmesi ve devletin vatandaşlarına haklarını nasıl arayacağını göstermesi için…” der.

… …

Profesör, yanıtları, küçümseyen bir yüz ifadesiyle dinler; “başka” der, “başka yanıt var mı?”

Yine çıldırtan bir sessizlik kaplar amfiyi…

Öğrencilerden biri parmak kaldırır; “Adalet için, adalet için…” diye haykırır…

Profesör, bu yanıtı veren öğrencisini işte aradığım yanıt bu dercesine; parmağı ile işaret ederek; “Peki bu durumda, az önce ben, arkadaşınıza adaletsiz mi davrandım?”, der. Öğrencilerden tek bir ses yükselir, “Evet hocam, evet…”.

Profesör kapıya yönelir, amfinin kapısını açar, az önce kovduğu, kapının önünde bekleyen öğrenciyi içeri alır; teşekkür edip yerine geçebileceğini söyler…

O an tüm öğrenciler, bunun bir senaryo, bir oyun olduğunu anlar.

Ancak Hoca, son sözlerini söylememiştir henüz.

Tüm öğrencilerini gözleriyle tarayarak; “Peki o zaman tanık olduğunuz bu olaya neden tepki göstermediniz? Neden bir açıklama istemediniz, neden arkadaşınızın hakkını savunmadınız!?” der.

Sınıfa yine çıldırtan bir sessizlik egemen olmuştur.

Profesör, “Bakın sevgili arkadaşlar… Bu olaydan hepinizin çıkarması gereken ders şöyle olmalı…

* Asla ve asla “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın…” zihniyetinde olmayın, aksi takdirde o yılan gün gelir sizi de sokar.

* Adaletsizliğe tanık olup da göz yumanlar, kişiliklerini ve onurlarını yitirmeye mahkûmdur.

* Bir şahsa karşı yapılan haksızlık, herkese karşı yapılmış bir tehdit demektir

Bütün bunları size ders olarak 100 saat anlatsam, anlamazdınız… O nedenle arkadaşınız Ali’nin de katkısıyla böyle bir senaryo düzenledim.

Bugünlük bu kadar…” der, dersi sonlandırır.

* * *

Şimdi böyle bir öyküyü niye dillendirdim; niye köşemde yer verdim?

Şunun için;

Bundan 15 yıl önce en güvenilir kurumların başında gelirdi Adliye Kurumları. Şimdiki yeri yürekler acısı.

Niye?

Sahip çıkmadık, sahiplenmedik çünkü. Öyküdeki gibi, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” dedik.

Bundan 15 yıl önce kuvvetler ayrılığı sistemi vardı ülkemizde.

Hukukun üstünlüğü egemendi.

Demokrasi vardı.

Hak, hukuk, adalet vardı.

Ya şimdi?