Temmuz 2009'dan bu yana yoğun bir şekilde "açılım" konuşuldu. Önce adına "Kürt Açılımı" denildi. Sonra "Demokratik Açılım", daha sonra da "Milli Birlik ve Beraberlik Projesi" denildi.

Özü "Kürt Açılımı" olmasına karşın adının değiştirilmesinin nedeni, sanırım toplumsal tepkiden endişe olmalıdır.

Aslında açılım 2009'un başlarında "TRT 6"nın açılmasıyla kısmen başlatılmıştı. Ezberlerin bozulduğunu, iktidar ve muhalefetin ortak bir dil ve bir programla konuya eğileceğini ve bu görünen kirli savaşın sona erdirileceğini sanmıştık. Ama olmadı.

Ya iktidar anlatamadı. Ya da muhalefet anlamadı. Ortak bir çizgide buluşulamadı. Ortak bir akıl oluşturulamadı. Peki, ne oldu? 25 yıldır 40 binden fazla insanın ölümüne sebep olan bu kirli savaş, ülkeyi bir iç savaşın eşiğine getirecek şekilde devam etti ve de ediyor.

Sonuçta toplum etnik bir kavganın refleksleriyle dolduruldu.

Kısa bir tespit yapalım, bugün bölgede 200-250 bin asker, 70 bin korucu görev yapmaktadır. Bu demektir ki 25 yılda 5 milyonu aşkın gencimiz bölgede askerlik yaptı. Ya çatışmalara katıldı ya da çatışma ortamının içinde bulundu.

Bu 5 milyon askerin anasını, babasını, eş, çocuk, kardeş ve akrabalarını birinci dereceden etkilenenler olarak düşündüğümüzde, Türkiye nüfusunun çok büyük bir kesimi terörü destekliyor düşüncesiyle bölge halkına karşı nefret duygusuyla dolmuştur.

Bölge halkı bu savaşın en büyük zararını görmüştür. 30 yaşın altındaki bölge gençliği bu savaş ortamında doğmuştur. Bu nedenle bölge halkı ve gençliğinde de karşı nefret duygusu gelişmiştir.

Ve bunun acı sonucu, aidiyet duygusu giderek yok olmaya başlamış ve birlikte yaşama koşulları giderek zayıflamıştır ya da zayıflatılmıştır.

Sorun terör dışında bir "Kürt Sorunu" ise artık bunu herkes, başta her siyasi parti kendisine sormalıdır.

Ya "Kürt Sorunu" var dersin ya da yok dersin.

Var dersen, var diyenlerle sosyal ve siyasal bir çözüm üretirsin. Yok dersen, buna asayiş sorunu der; askeri önlemlerle çözmeye çalışırsın. Ama 25 yıldır askeri önlemlerle çözülemediğini de görmelisin.

Hükümetin son bir yıldır çok sayıda görüşmeler yaptığı ve tartışmaya açtığı bu konuda, 1989 yılında Deniz Baykal'ın başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanan rapor ile CHP tarafından 1999 ve 2001 yıllarında hazırlanan raporlar çok önemlidir. Özellikle Baykal'ın rapora yazdığı sunuş yazısında çok önemli vurgular yapılmıştı!.

"Türkiye'nin demokratikleşme sürecinin başarıya ulaşması için tabu sayılan konuların bir bir ele alınıp açıklığa kavuşturulması gerekir.(...) Resmi politikaların yok saydığı bu konu önyargısız bir anlayışla, korkusuzca tartışılmadığı sürece toplumsal barışı sağlayacak siyasi programların ortaya çıkarılması olanaklı değildir.(...) asimilasyona, var olan bir etnik yapıyı inkâra dönük yaklaşımlarla bu sorunun çözülemeyeceği artık anlaşılmalıdır." deniyor bu sunuşta.

Ne yazık ki, ya bu raporlara gereği gibi sahip çıkılamamıştır ya da gündeme aldırılamamıştır. Konu iç siyasete alet edildiği için de arkasında durulamamıştır.

Yine bu konuda bölgede görev yapan komutanlarla ve zamanın Genel Kurmay Başkanlarıyla Fikret Bila'nın yaptığı söyleşilerde askeri önlemlerin, sorunun çözümünde yeterliği olmadığı tespit edilmiştir.

Özellikle Jandarma Genel Komutanlığı ve Kara Kuvvetleri Komutanlığı yapmış olan Emekli Org. Aytaç Yalman'ın tespitleri çok çarpıcıdır.

Org Aytaç Yalman bölgenin sorununu ve PKK olayını şöyle analiz ediyor. 1-Sosyal sorun dönemi. 2-Askeri dönem, 3- Siyasallaşma dönemi.

Sosyal sorun dönemini 1938—1970 arası olarak tespit ediyor. Çünkü bu dönemde terör yok diyor.

Sorunun sosyal boyutunu ise şöyle açıklıyor: "Anadilini konuşmak, şarkısını, türküsünü dinlemek istiyor. Kültürünü yaşamak istiyor. Oysa biz, o dönemde Kürt yoktur diye eğitildik. Kürtleri Türk'lerin bir kolu olarak gördük. Ortalıkta, işte dağlarda gezerken, karda yürürken kart-kurt sesler çıktığı için Kürt denilmiştir gibi tarifler dolaştı. O dönemde 'SOSYAL İSTEKLERİ' bile biz 'YIKICI FAALİYETLER' kapsamında gördük"

Bu durum iki noktayı gösteriyor diyor Org Yalman. "1-Bu olayın sosyal yönünü görmemişiz, dolayısıyla zamanında görmemişiz. 2-Bir asimilasyon da olamamış."

Ama ne yazık ki gelen iktidarlar ve muhalefetler konuyu Org. Aytaç Yalman gibi görememişlerdir. Ya da sorunun adını koyamamışlardır.

Günümüzde ise uzun bir süre iktidar ve muhalefet konuyu, iç siyasete malzeme yapmışlardır. Ortak bir strateji oluşturamamışlardır.

Umarım şimdi yapılan görüşmeler yararlı olur. Ve bir milli konsensüs oluşur.

Bu konuda Diyarbakır Barosu eski başkanı Sezgin Tanrıkulu çok çarpıcı bir tespit yapıyor. "Türkler ve Kürtler artık aynı duyguda değiller. Aynı şeylere sevinmiyorlar. Aynı şeylere üzülmüyorlar. Zihinlerde derin bir ayrışma ve kutuplaşma yaratıldı." diyerek çok önemli bir uyarı yapıyor.

Kanımca terör dışında ülkede bir Kürt sorunu vardır. Bölgenin özelliği nedeniyle bu sorunu kendimiz çözemez isek emperyal güçler bu sorunu sürekli kaşıyacak ve kendi amaçlarına göre de kullanacaklardır.

Tasfiye edilmemiş, çözüme kavuşturulmamış feodal yapı ve feodal kültür bu kavganın maddi temelini oluşturan en önemli etkenlerden biridir.

Bu sorun 87 yıldır çözülmemiştir. Sisteme yapılan İtirazlar dinlenmemiştir. Konu sürekli bir asayiş sorunu olarak görülmüştür.

Ve gelinen noktada geri dönüşü olmayan etnik bir kimlik uyandırılmıştır.

Konu ne sadece iktidar partisinin üzerine yıkılacak kadar basit, ne de ordunun üzerine yıkılacak kadar önemsizdir.

-Eğer yeniden 40 bin kişinin ölmesini istemiyor isek,

-Kürt ve Türklerin karşılıklı nefret duygularının yükselmesini istemiyor isek,

-Bölgede tarım ve hayvancılığın ölmesiyle ülke ekonomisine verdiği zararın devam etmesini,

-Birlikte yaşama koşullarının giderek zayıflamasını,

-Kürt kökenli yurttaşlarımızda filizlenmeye başlayan ayrılıkçı duyguların yükselmesini istemiyor isek,

-Emperyal güçlerin bölgedeki çıkarları için aramızdaki farklılıkları kaşıyarak ülkeyi zayıf düşürmesini istemiyor isek,

-Ve de babamızdan bize miras bırakılan bu sorunu biz de çocuklarımıza miras bırakmak istemiyor isek, ezberlerimizi bozup ortak bir akıl, ortak bir dil ve ortak bir proje üretmeliyiz.