Her yıl olduğu gibi Avrupa Komisyonu tarafından hazırlanan AB İlerleme raporu, Hükümet’in zamanlama itirazına rağmen geçtiğimiz günlerde açıklandı. Bilindiği gibi bu raporlar, ülkemizin AB’ye üyelik sürecinde kaydettiği ilerlemelerin yine Avrupalılar tarafından tespiti niteliğini taşıyor. Yani Avrupalıların Türkiye’de olup bitenlere verdikleri bir karne aslında. Eğer bir gün Avrupalılar, bizleri birlikte yaşamaya değer bulurlarsa, Avrupa vizesi niteliğinde bir nihai rapor hazırlayacaklar.Bizler de bu nedenle, “Belki bir gün bizi de aralarına alırlar” umuduyla her seferinde yıllık raporların sonuçlarını bekleyip duruyoruz.
Ben, Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi üyeliğe kabul etme arzusunda olmadığını düşünenlerdenim. Hatta, aslında bizim buna ihtiyacımız olmadığına inanıyorum. Eğer biz de onlar kadar disiplinli, ilkeli, kendi insanına da değer veren, kendine güvenen, birlik olmaya inanmış, özgürlükçü bir toplum olmayı başarabilirsek zaten yeterince güçlü ve mutlu insanların yaşadığı bir ülke olabiliriz.
Yine de, bu raporları her seferinde merakla bekleyenlerden olduğumu söylemeliyim. Çünkü, bu raporlar kanımca, sivil toplumculuğumuzun zayıflığı karşısında güçlü yürütmeye karşı eli kolu bağlı milletin hukuk özleminin diri durmasını sağlayan zayıf bir kalkan aslında. Zira; bu ülkenin hukukçuları, sivil toplum örgütleri, en alttakileri, sesi zayıf yada güçlü çıkanları ne derlerse desinler, gücü elinde tutanlar tarafından yeterince dikkate alınmazlar aslında. Hatta biraz ileriye gidenlere “anarşist, bölücü, terörist” yaftası kolayca yapıştırılıverir. Bu yaftalarla kalınmayıp, yıllarca tutuklu yargılananlarımız hep olagelmiştir. Ülkemizde,  milletvekillerini parti genel başkanları, yargıç ve savcılarımızı yürütme organının bir parçası olan Adalet Bakanlığı seçer. Sendikalarımız, iktidarın izin verdiği kadar güçlü olabilirler. Yargıçlarımızın bile sendika kurmaları valilerin inisiyatifindedir. Vali beyimiz uygun görmezse dilekçesini kabul etmez, sendika da kurulamaz. Yürütmeye karşı gösterileri bile 12 Eylülden kalma yasalarımız yüzünden yine yürütmenin valisinin gösterdiği yer, zaman ve biçimde yapabiliriz. Ama yine de  “millet iradesi” nutuklarının en çok atıldığı bir ülkemiz var.
Üzülerek görüyoruz ki, ülkemizde iktidarlar, kendi insanlarının talepleri yerine Avrupa ve Uluslar arası güçleri daha bir dinler oldular. AB raporları, sık değişen yasalarımıza temel kaynaktır. “Son yirmi yılda insan hakları alanında çıkartılan yasaların tamamına yakınının nedeni AB raporlarıdır” desek, yalan olmaz. Bu nedenle bu raporlarda yazan insan haklarına dair bir eleştiriyi okuyunca “dilinize sağlık” diyesim gelir. Bizi dinlemeyenler, belki onları dinlerler diye umutlanırız.
AB, bu yılki raporunda yine yargıya ilişkin olarak çarpıcı saptamalarda bulunmuş. Bunların içinde en dikkat çekici olanı ise, iddianamelerin özensizliği, savcı polis ilişkileri ve adli kolluğa ilişkin olandı. Raporun 53 ve 54. Sayfalarında bu konuyla ilgili olarak şunlar yazıyor. “ Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 167. maddesi çerçevesinde 2005 yılında kabul edilen Adli Kolluk Yönetmeliği, halen Avrupa standartlarına göre uygulanmamaktadır. Halihazırda savcılıklara bağlı adli kolluk birimleri bulunmamaktadır. Savcılar, İçişleri Bakanlığına bağlı polis birimlerinden yararlanmaktadır ve polis tarafından yapılan soruşturmaları etkili bir biçimde sevk ve idare etme kapasitelerini geliştirmeli ve polis tarafından yürütülen işlemleri sıkı bir biçimde kontrol etmelidirler. Türk ceza adalet sistemine ilişkin mevzuata ve adli uygulamaya ilişkin endişeler devam etmiştir. Bu hususa ilişkin olarak, savcıların soruşturmayı yürütme konusundaki yetkinliği, polisin topladığı delilleri filtreleme kapasitesi, savunma makamının savcılık dosyalarına kısıtlı erişimi, duruşmalarda çapraz sorgulamanın düzgün bir şekilde yürütülmemesi ve iddianamelerde gerekçelerin yetersizliği olmak üzere etkili bir savunma önünde yer alan engeller olarak eleştirilmiştir. Şubat 2013’te, Danıştay Başkanı polisin kovuşturma kararlarındaki etkisini eleştirmiştir. Gözaltına alma veya gözaltı durumunun devamına ilişkin kararlar hala yeterli gerekçelendirmeye dayanmamaktadır: özellikle koruma tedbirleriyle ilgili kararları vermek üzere bölge ağır ceza mahkemeleri bünyesinde atanan özgürlük hâkimleri bile, devlet güvenliği, örgütlü suçlar ve terörizmle ilgili ceza davalarında hürriyetten mahrum bırakılmayı meşru kılan özel durumlar, kanıtlar ve gerekçelere hemen hemen hiç atıfta bulunmamaktadır. Çok az sayıda iddianame mahkemeler tarafından reddedilmiştir; yeterli kanıt toplanması gerekliliği bazen dava sürelerinin uzamasına sebep olmuştur. Bu durum, KCK ve Ergenekon gibi kamuoyunca bilinen davalar için de geçerlidir.”
Aslında hukukçuların yıllardır yaptığı temel eleştirilerin özeti niteliğinde bir rapor hazırlanmış. Ama raporda, belki de farkına varılmadan yakalanmış bir çelişki de yer alıyor. Raporda “Savcılar, İçişleri Bakanlığına bağlı polis birimlerinden yararlanmaktadır ve polis tarafından yapılan soruşturmaları etkili bir biçimde sevk ve idare etme kapasitelerini geliştirmeli ve polis tarafından yürütülen işlemleri sıkı bir biçimde kontrol etmelidirler…” denilerek, savcıların soruşturmayı yürütme konusundaki yetkinliği, polisin topladığı delilleri filtreleme kapasitesi eleştiriliyor. Diğer taraftan, polis fezlekesine değil de  kendi vicdanlarına göre soruşturma yapan “Deniz Feneri Savcıları” ‘nın başına gelenler anlatılıyor. Raporun bu kısmında  “Kasım ayında, Yargıtay’ın bir dairesi Deniz Feneri yardım derneği hakkındaki yolsuzluk iddiaları davasında görevli önceki savcılar hakkında beraat kararı almıştır. Bu karar, müdahiller tarafından temyiz edilmiştir. Savcıların, davadan alınarak resmi belgelerde sahtecilik ve yetkinin kötüye kullanılmasıyla suçlanmaları, yargının bağımsızlığı konusunda endişelere yol açmıştır. İlk savcılar davadan el çektirildikten sonra, iddianame örgütlü suç faaliyetlerine atıfta bulunmayacak şekilde değiştirilerek dava görülmeye devam etmiştir.” Deniliyor. Böylece savcılar, hem polis fezlekesini denetlemeden, doğrudan dava açarak yurttaşın hukuki güvenlik hakkını ihlal etmekle suçlanıyor hem de polisi denetleyip, iddianamelerini hukuk süzgecinden geçirerek yazdıklarında başlarına gelenler anlatılıyor. Aslında  2012 tarihli bir değerlendirmede MEDEL (Demokrasi ve Özgürlükler İçin Avrupa Yargıçlar ve Savcılar Birliği) ,  ‘’Türkiye’de iktidara yakın olanlar, yargıdan muaftır.’’ Diye özetliyordu olanları.
Bu raporda yazılanlarla ilgili olarak değerlendirmeye muhtaç birçok konu var elbette. Ama değerlendirmeleri derinlemesine ele almak için bu köşenin sınırları pek yeterli gelmiyor. Her bir değerlendirmeyi somutlaştırmak için, sayfalar dolusu yazmak gerek. Şimdilik, sadece bir konuya dikkat çekmekle yetineceğiz. Raporun sadece yukarıya aktardığımız bölümleri bile, “Türkiye’de yargı bağımsız değildir.” Sözünün neden bir özdeyiş haline geldiğini anlatmaya yetiyor. Rapor; Adli kolluğun kurulması, Savcıların hükümet etkisinden uzaklaştırılması, yargının bağımsız soruşturmalar yapması, iddianameler hazırlanırken ‘siyaset’ değil ‘hukukun’ etkin olması gibi açık yada örtülü tavsiyelerle dolu.
Bu nedenle bu rapor yeterli olmasa ve aslında nalıncı keseri gibi çoğunlukla hazırlayıcılarının çıkarlarını gözetse de; sendikası vali tarafından tanınmayan, yargısının bağımsız olması için çalışan bir yargı sendikacısı olarak bana “dilinize sağlık” dedirtiyor. Ama, yukarıda da söylediğim gibi , eğer kendi insanına da değer veren, özgürlükçü, mutlu insanların yaşadığı bir ülke olmak istiyorsak, bu raporları yılda bir okumak yerine orada yazılanları sürekli dile getiren kendi sivil toplumcularımıza kulak verelim.