Dünkü yazımın son bölümünü, "Gergin olan bu toplumu daha fazla germeden bu yasa geri çekilmelidir. Özellikle üzerinde toplumsal bir konsensüs sağlanmalıdır" diye bitirmiştim.

Bugün Türkiye'de iktidar ve muhalefet kanlı-bıçaklı gibidir. Muhalefet iktidarı "Cumhuriyet ve Atatürk düşmanı" gibi, iktidar muhalefeti "din düşmanı" gibi görmektedir. Üstelik bu algı, yapılan tüm konuşmalarda gündeme de gelmektedir.

Bu nedenle iktidarın tepeden inme getirdiği böyle bir eğitim yasası kuşkuyla karşılanmaktadır. Kaldı ki, 19 Mayıs törenlerindeki görsel şölenlerin kaldırılması; andımızın tartışılır olması, okul-aile birliği yönetmeliğinden "Atatürk ilke ve inkılâpları" ifadesinin kaldırılmış olması bu kuşkuyu daha da artırmaktadır.

Eğer bu değişim bir ihtiyaç haline geldiyse, öncelikle eğitim camiasının kabullenip sahip çıkmasıyla yapılmalıdır. Eğitim ve çocuklarımız bir siyasi kavgaya alet edilmemeli ve de eğitim yaz-boz tahtasına çevrilmemelidir.

Meclisteki sayısal çoğunluğa bakarak toplumda yeni bir yarılmanın önü açılmamalı ve bu yasa mutlaka geri çekilmelidir.

Elbette eğitim sistemimiz üzerinde reformist bir çalışma yapılmalıdır. İhtiyaca cevap veremeyen eğitim sistemimizin büyük sorunları vardır.

-Bugün dershaneler, özel kurslar okulların yerini almış durumda. Elbette bu bir ihtiyacın ürünüdür. Ama bunun için öğrenci velisi yüksek parasal bir bedel ödemektedir.

Yani okullarımız vermesi gereken bilgiyi verememekte. Okullar, adeta diploma veren birer noter olmaktadır.

-Öğrencilerimiz neredeyse birer sınav kobayına dönüştürülmüş durumda. Sınav stresi ile ne durumlara düştüğü, ruh sağlığı hiç sorun yapılmamakta. Bu konularda Avrupa'da eğitimin en önemli ayağı olan rehberlik hizmetleri, okullarımızda hem yeterli değil, hem de gereği gibi yapılamamakta.

-İktidar dindar gençlik, muhalefet Kemalist gençlik yetiştireceğiz demekte. Eğitimin asıl hedefi olan "SORAN, SORGULAYAN" bir gençlik yetiştirme göz ardı edilmekte. İşte bu zihniyet uyuşmazlığı eğitimi temelinden sarsmakta, eğitim dünyasının kimyasını bozmaktadır.

-Bilgi öğrenimi genel olarak ezbere dayalıdır. Nitekim ezbere dayalı bu eğitimin başarısı da düşük olmaktadır. Sınav sonuçlarında bu durum çok net olarak görülmektedir.

Örneğin 2011 yılının seviye belirleme sınavında 8. sınıfların 20 matematik sorusunda test ortalaması 3,19’dur. 20 Fen sorusunda test ortalaması 7,13’tür.

Bu oranlar OKS sınavlarında daha düşüktür. 25 soruda Matematik test ortalaması 2, 35 ve Fen test ortalaması 5.25’tir.

OPEC'in 3 yılda bir uyguladığı, kısa adı PISA olan "Uluslararası Ölçme Değerlendirme Programı" sınavlarında ise durum yine aynıdır. 57 ülkenin katıldığı 2006 yılı sonuçlarına göre Türkiye Okuma becerisinde 37. sırada, Fen alanında 44. sırada, Matematik alanında 43.sıradadır.

Sınava katılan 30 OECD ülkesi arasında ise 29. sıradadır.

Görülüyor ki, kesintili ya da kesintisiz tartışmasından da önemlisi, bilgi öğrenme ve öğretmede ciddi bir reforma ihtiyaç vardır.

-Okullarımız sanki döner sermaye ile çalışan birer işletme görünümünde. Kaynağı ise veliler ve hayırsever vatandaşlar olmaktadır.

-Devletin eğitime ayırdığı pay Avrupa ülkelerine göre çok düşüktür. Oysaki bir topluma verilmesi gereken en önemli ve öncelikli hizmet eğitim ve sağlıktır.

Genel bütçede eğitime ayrılan pay 2010 yılında % 10, 2011 yılında %11'dir. Oysaki bu oran Yeni Zelanda'da %19, Meksika'da %22, Kore'de % 15'tir.

Bir başka bakışla Türkiye'de eğitime ayrılan payın milli gelire oranı, 2010'da % 2.74, 2011de%2.81'dir.

-Eğitimde kişi başına yıllık harcama ise daha da çarpıcıdır. Örneğin ilköğretimde Türkiye 1.130 dolar, İtalya 7.716 dolar, Macaristan 7.599 dolar, OECD ortalaması ise 6.437 dolardır.

Bu sayısal veriler biraz kafa karıştırır ama eğitimin haritası ancak böyle görülebilmektedir.

-Yaş gruplarında, 7 yaşındaki çocukla 14-15 yaşındaki çocuğun aynı ortamda eğitim yapması pedagojik açıdan sakıncalıdır. Bu durum 8 yıllık kesintisiz eğitimin olumsuz bir yanıdır. Geçmişte olduğu gibi hem yaş gruplarının hem de sınıf öğretmeninin ortamı ile branş öğretmeninin ortamı ayrılmalı, var olan uyum sorunu giderilmelidir.

-İlköğretimde sınıfların kalabalık yapısı giderilememiştir. Fiziki ortam yeterli değildir. Sınıf başına düşen öğrenci sayısı ortalama 33,4’tür. Fransa'da 22,4 Almanya'da 22,1 ve OECD ülkelerinde 23,9’dur.

-Daha da önemlisi, ülkemiz eğitim kurumlarında pozitif öğretilerle dini öğretiler çatışır durumdadır. Zorunlu din eğitimi bu çatışmayı hem tahrik etmekte, hem de inanç gruplarına göre yeni çatışır ortamlar üretmektedir.

Devlet din eğitimine yeni bir anlayış vermek ve bu çatışır ortamı bertaraf etmek zorundadır. Ve de bu sorun çok önceliklidir.

Artık Cumhuriyeti koruyacağım ve kollayacağım gibi, din eğitimini geliştireceğim gibi siyasal ve resmi yaklaşımlardan uzaklaşılmalı, eğitim eğitimcilere bırakılmalıdır.

Çünkü eğitimin, özellikle ilköğretimin eğitsel, yönetsel ve finansal açıdan büyük bir reforma ihtiyacı vardır.