Birinci bölümde Maraş olaylarını ve Maraş halkına yaşatılan felaketi özetlemiştik. Sanki bilerek hazırlanan, sanki olması istenen Alevi-Sünni çatışması, Maraş'ta tam bir felaket olarak hayata geçirilmişti.

Ve 26 Aralık 1978 günü sabahından itibaren Maraş dahil 13 ilde "Sıkıyönetim" ilan edildi. Zamanın Başbakanı Bülent Ecevit'in uzun süre direnmesine karşın sıkıyönetimli günler başlatılmış oldu. Ve sistem hızla "Olağanüstü Yönetim"e doğru yol almaya başladı.

Peki, amaç ne idi? Neden Alevi-Sünni çatışmalarına göz yumuldu? Üstelik neden sürekli tahrik edildi?

1961 anayasasında, özgürlüklerin ve örgütlenmenin önünün bir ölçüde açılmasıyla sendikal ve toplumsal talepler etrafında örgütlenme başlamıştı. Örgütsel bir bilinç yükselişe geçmişti.

Yani toplumda bir sosyal uyanış, bir siyasal bilinç oluşmaya başlamıştı. Ama yönetenler için bu sosyal uyanış tehlikeliydi. Nitekim 12 Mart 1971 Askeri müdahalesinin lideri Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç'ın, "Sosyal uyanış ekonomik gelişmenin önüne geçti" sözü müdahaleye gerekçe yapılmıştı.

Ayrıca Türkiye "Batı Bloku" içinde yer almıştı. Soğuk savaş nedeniyle ABD Türkiye'yi, kuzeye yani Sovyetlere karşı mevzilendirmişti. Aynı irade bugün Arap dünyasını yeniden dizayn etmekte.

İşte bu sosyal uyanış ve de emperyal politikalara karşı gelişen siyasi refleks, batı için özellikle de ABD için bastırılması gereken tehlikeli bir olguydu.

Batının emperyal güçleri ve Türkiye'deki egemen irade, toplumdaki gelişen siyasal ve sosyal bilinç nedeniyle sağ-sol temelindeki ideolojik kamplaşmanın yetersiz kalabileceğini gördüler. Farklılıklara dayalı, özellikle inanç temelinde bir kamplaşmayı hayata geçirmeye çalıştılar ve de başarılı oldular.

Aynı güçler tarafından bu gün etnik kimlikli bir kamplaşma hayata geçirilmektedir. Ve bunda da bir ölçüde başarılı olunmuştur.

Ülke siyasetçilerinin basiretsizliği ve bu tür kamplaşmadan siyasal rant sağlamak gibi faydacı anlayışları, emperyal politikaların bu faaliyetlerini kolaylaştırmıştır.

İslâmi grupların özellikle Alevi-Sünni temelinde birbirini kabullenmeyen anlayışları ise, toplumda inanç gruplarına göre yarılmanın önünü açmıştır. Sonuçta toplum Alevi-Sünni üzerine oynanan her oyuna hazır hale gelmiş, getirilmiştir.

Kırsal nüfusun kentlere taşınmasıyla, hemşerilik ve inanç gruplarına göre yeni ve de büyük mahalleler oluşmuştu. Sanki bu mahalleler, Alevi-Sünni üzerine oynanan bu oyuna yeterli insan kaynağı olarak görülmüştü.

Ülkedeki sosyal uyanıştan, emek kavgasının sendikal hareketlere verdiği güçten, sınıfsal ve siyasal bilincin yükselmesinden korkan, ülkenin egemenleri de Alevi-Sünni üzerine oynanan bu oyundan faydalanır olmuştu.

Oysaki bir ülkede sosyal uyanışın, siyasal bilincin yükselmesi o ülkenin demokratik sürecinin motorudur. Bunu böyle görmeyenlerin korkusu, sosyal ve siyasal bilincin gelişmesini sistemi devirecek bir olgu olarak görmeleridir.

Onların bu korkusu batının, özellikle de ABD'nin korkusu ile örtüşmüştü. Bunun için toplum hızla Alevi-Sünni temelinde karşılıklı düşman hale getirildi. Mahalleler arasında tampon bölgeler, diğer bir deyimle gerilimi yüksek fay hatları oluşturuldu.

Yani Alevi-Sünni çatışmalarının alt yapısı hazırlanmış oldu. Sağ-Sol kavgası, Alevi-Sünni temelinde daha büyük kitlesel çatışmalara ve katliamlara yol açabilirdi. Darbe öncesinin sosyal ve siyasal ortamı hazırdı artık. Bundan böyle "Olağanüstü Yönetim"e  giden yolların taşları döşenebilirdi.

Evine gönderilen bombalı bir paketle 17 Nisan 1978 günü Malatya Belediye başkanı Hamit Fendoğlu öldürüldü. Malatya'da Alevi-Sünni çatışması başlatıldı. Ardından Maraş,

ardından Çorum... Olaylar katliamlara varacak ölçüde bir çatışmaya dönüştürüldü. Toplumsal uyanışı bastırmak ve olağanüstü yönetime geçmek isteyen irade, Alevi-Sünni halkı karşı karşıya getirerek bir ölçüde amaçlarına ulaşır oldu

Ve ne yazık ki, Alevi-Sünni çatışmasına seyirci kalan ve bu çatışmaların neye mal olacağını göremeyen devlet, gerekli önlemleri önceden alamayan güvenlik birimleri; günlük siyasi hesaplar peşinde koşan siyasi partiler bu toplumsal suçun suç ortağı oldular.

Olayların içinde figüran olarak yer almış, hatta suç işlemiş kişilerle yetinen, olayların perde arkasını bulamayan, göremeyen, açıklayamayan devlet baştan suçludur.

Çünkü devlet, bir ülkede en güçlü organize yapıdır. Bu gücüyle bu olayları çözemeyen devlet bunun hesabını da vermelidir. En azından halkından özür dileyebilmelidir.

Bu gün tüm İslâm dünyası, Kerbela katliamının acısını içinde duyuyor ve bir ölçüde yüzleşiyorsa, Maraş halkıyla, Çorum halkıyla, Sivas halkıyla da bu devlet yüzleşmelidır. Maraş halkından, Çorum halkından, Sivas halkından bir özür dilenmelidir.

Yaşanan bu acı olayları ne Sünni'nin ne de Alevi'nin sırtına yıkmak, ne bu devlete ne de tüm siyasetlere yakışmamalıdır.

Bilinmelidir ki, toplumsal barışı sağlamak devletin ve tüm siyasetin görevidir. Devlet ve siyaset farklılıkları kaşımak değil, farklılıkların birbirini kabul ettiği bir siyasal ve sosyal iklimi oluşturmalıdır.

Sanki bir kan davası varmış gibi, Alevi ve Sünni halkı birbirine düşman eden bu zihniyet değişmelidir, değiştirilmelidir artık.

Ve de bilinmelidir ki, bu ülkenin böyle bir toplumsal barışa fazlasıyla ihtiyacı vardır.