Dil bir imgeler dizisidir. Her imge ise bir çağrışım eşiğidir.

Yıl 2000… O dönemde Gazi Üniversitesine bağlı Çorum Meslek Yüksel Okulu’nda İşletme dersi anlatırken konu Toplam Kalite Yönetimi’ne gelmişti. TKY’nin ilkelerinden biri de “üretimin her aşamasında israfın önlenmesi”dir.

Sınıfa bir çağrışım oyunu oynayacağımızı söyledim. Size bir kelime söyleyeceğim, siz de bana o kelimenin çağrıştırdığı bir kelimeyi söyleyeceksiniz, dedim. Soluklar tutuldu…

Dikkat, kelimeyi veriyorum… İsraf…

Elini kaldıran öğrenci israfın tanımını yapıyor… Ben de arkadaşlar, tanım istemiyorum. İsraf kelimesinin sizdeki çağrışımını soruyorum, diye feryat ederken arka sıralardan bir kız öğrenci, yerinden kalkmakla kalkmamanın arası bir duruşla ve iki dişinin arasından fısıldadı…

Haram…

Sınıfın çoğu duymamıştı…

Seslendim… Duymuyorum çocuk… Şunu kalk da yüksek sesle söyle…

“Haram…” dedi arka sıralardaki öğrenci yüksek sesle…

“Evet, arkadaşlar bizim geleneğimizde israf haramdır. Ama birileri bize o çağrışımı unutturdu ve “Al-Tüket-At” çağının köleleri haline geldik…” dedim ve ders aktı gitti. Umarım israf-haram ilişkisini hiçbiri unutmamıştır.

Bazı sözcükleri kullandığımızda görüşler yelpazesinin neresinde durduğumuzu işaret etmiş oluruz. Bu belirleme bizim dışımızda oluşmuş bir ifade biçimidir. Bir çeşit kart açma… Yüzeysel (sathi) bir kolaycılıktır aslında.

Özellikle 1970’li yıllarda Öz-Türkçe sözcükleri yeğlediğiniz zaman “solcu”, Osmanlıcadan gelen Arapça, Farsça kökenli sözcükleri kullandığınızda ise “milliyetçi, muhafazakâr” olduğunuzu ifade etmiş olurdunuz!

Televizyonun tek kanallı olduğu o yıllarda açık oturumlarda bu konunun çarpışan isimleri arasında iki kişi vardı. Uğur Mumcu ve Nazlı ılıcak…

“Örneğin” dediniz mi “solcu”, “mesela” dediniz mi “sağcı” olurdunuz. “Ulus ve ulusal” sözcükleri ile “milli ve milliyetçi” sözcükleri de aynı ayrışmanın ifadeleridir.

1970- 1980 sürecinde milliyetçilik kavramı içi boşaltılıp anti-emperyalist, tam bağımsızlıkçı olmazsa olmazlarından ayrıştırılarak yapay, naylon bir milliyetçilik tedavüle sürülmüştür. “Milliyetçi” demek solun her türlüsüne düşman, “Vurun komünistlere…” diyen bir anlayış ve davranış haline getirilmiştir.

Sol için ise “milliyetçi”, faşist demektir. Milliyetçilik dendi mi akla gelen Hitler faşizmidir. Öyleyse “Vurun faşistlere…”

Özellikle 1974 Affından sonra gençlik kesiminin içine çekilen sağ ve sol sosyal muhalefet, hem birbiriyle, hem de sol fraksiyonlara (bölüntü) ayrılarak kendi içinde çatışır hale getirilmiştir.

Bir başka boyut ise Türk solunun anti-milliyetçi olması ve Mustafa Kemal’in devrimci önderliğinden koparılmasıdır. Toplumdan ve kendi devrim tarihinden koparılan bir yapılar toplamının (çeşitli fraksiyonlar) ne derece başarılı olması beklenir ki… “Böl-parçala-yönet” taktiği başarıyla uygulanmıştır. “Devrimciyim” diyenler de “milliyetçiyim” diyenler de tarihi köklerinden koparılmıştır.     

Bu ayrışmanın 21. yüzyıl uzantısı ise milli ve ulusal kavramları üzerinden yapılmaktadır.

1970’li yıllarda “örneğin” dememekte ısrarlı Nazlı Ilıcak artık rahatlıkla “örneğin” demekte ve yazmakta, kıyamet de kopmamaktadır.

Ancak keramet ne mesela da, ne de örneğindedir. Örneğin, bugün Nazlı Ilıcak, ABD emperyalizminin ve onun uzantı dosyası AKP’nin kalemşoru ve hatibi olarak sahnededir. Hemen her akşam bir televizyon kanalında rolünü yapmaktadır. Demek ki ölçüt kelime seçimi değildir. Kelimeler üzerinden yelpazede yer seçmek ve kart açmak hiç değildir.

Bugün emperyalizmin saldırısı altında tarihinin en büyük kuşatmasını yaşayan Türkiye Cumhuriyeti, sivil yaftalı bir anayasa dayatmasıyla bölünmeye çalışılmaktadır. Bu bölünme tertibine karşı durması, direnmesi gereken toplumsal yapıların arasına kama atılarak, yapay bir çatışma içine çekmek emperyalizmin tuzağıdır.

“Ha Ali Hoca”, “Ha Hoca Ali”…

Ulusal ve milli arasında saç kılı kadar bir ayrılık yoktur. Tıpkı mesela ile örneğin arasında olduğu gibi…

İşte burada görev ve sorumluluk ulusalcı veya milliyetçi olduğunu söyleyenlere düşmektedir.  İşte burada vazife ve mesuliyet 12’nin hem baharın (12 Mart), hem hazanın (12 Eylül) görmüş ak saçlılara düşmektedir.

Ortak payda, Tam Bağımsız Türkiye ve Kemalist Devrim ise şiar “Ya İstiklâl, Ya Ölüm” ise gerisi ayrıntı ve dahi teferruattır.

Yeni bir kayıkçı kavgası dayatılan bölücü anayasaya karşı oluşacak milli cephenin bölünerek federasyona geçmektir.

Zor oyunu bozar mı? Bozar…

Öyleyse geliniz bu oyunu bozalım… Gün bir olmanın, iri olmanın, diri olmanın vaktidir. Diğer çelişmeler talidir… İkincil…

İkincil dediğimiz zaman örnekleri çoğaltmamız elbette mümkündür. Esas olan vatan ve Kemalist Devrim’dir.

Ancak o çok büyük demokratik kitle örgütünün genel başkanı eğer “Biz eylem topluluğu değiliz”   diyorsa, o kişi için ve/veya aynı anlayışta olanlar için Mustafa Kemal ikincildir.

Eğer muhterem hanımefendi Son Kulis’e verdiği röportajda Devrimci Atatürk’ün eylemci yönünü göremiyorsa, vay geldi o derneğin ve Atatürkçülerin başına… Vay…

“Atatürkçü olmak, O’nun yöntemini eyleme geçirmektir.”