Kadın denizin hemen kenarındaki banka oturmuş, içinin ezilmiş cümlelerinden bir anlamlı cümle bulmaya çalışıyor gibi bir hali vardı. Gözleri uzaklarda ve sanki geçmiş zamanına ait yırtılmış fotoğraf karelerini birleştirmeyi istiyor ama bir türlü başaramıyordu.
Oturduğu bankın arkasından gelen çocuk seslerini bile duymaya takati yoktu. Bu bankta saatlerce oturup, içinin nem kokan cümlelerinin nemlerini almak ve rutubet kokan yalnızlığına bir son vermek istiyordu. Yalnızlığına bir son veren var mıydı? Yalnızlığına okuduğu kitaplarla, tanıdığı samimi insanlarla, denizin üstünde uçan martılara, yazıp, çizmek, karalamakla bir son vereceğini düşünmüştü ama hiç bir insan sesi, hiç bir hikâye onun yalnız sığınaklarına giremiyor, çoğul cümleler oluşturamıyordu. İnsanlar arasına karıştığında kendini daha yalnız hissediyordu. Onun için kendini her sabah bu bankta otururken buluyordu. Bu banka ne zaman geldiğini bile bilmiyordu. Zaman kavramı aklının odalarında, seviyorum dediği adamın bırakıp gittiğinde durmuştu.
Oysa ki o sevdiğine, kelimelerinden evler, virgüllerinden kapılar, ünlemlerinden pencereler, ayraçlarından, onun kalbinin gökyüzüne, ondaki aşkı görebilmesi için çığlıklar yazmıştı. Tutup alması için gökyüzündeki mavileri onun yüreğinin yanına saklamıştı. Tutabiliyor muydu? Onun yüreğinin aynasına saçlarını, gözlerini mandallamıştı. Görebiliyor muydu? Sevdiğim dediği insanın bütün elbiselerine kokusunu bırakmıştı. Koklayabiliyor muydu? Sevdiğinin geçtiği yolların üstüne harfler kazımıştı. Okuyabiliyor muydu?
Kendi kendine, “ben neden hep düşleri yarım, usları kırık adamları seviyorum?” diyordu. Ama sorduğu sorunun cevabını da bilmiyordu. Belki de ben mazoşistim dedi. Kendi kendime olmayacak adamların, olmayacak yüreklerinin yanına kalbimi kazıyorum ve o kazdığım yüreğimin çukurlarında kendimi boğuyorum. İçindeki ses, “Gülüşü gökyüzü gibi olan adamları sev” diyordu. Oysa ki o gökyüzünü onda unutmuştu. Kalbinin rutubet kokan odalarına bir Işık, bir Güneş olur diye yanlış adamları sevmişti.
“İçimin aynası, bakma sen umutsuzca gülümsediğime, neyse’yle biten cümleler gibi ve suskunluğuma cümleler aramaktan vazgeçtim” diyordu.
Hey sevdiğim! Yazdığım cümlelerden gemiler yaptım, gittiğin deniz şehrine ulaşmadı mı? Benim, herkes her gün denizle konuştuğumu sanıyor. Oysa ki ben kâğıttan gemiler yapıp, içine içimin is kokan cümlelerini koyup denize bırakıyordum diyordu. “Denize attığım gemilerimi bulan var mı?” diye sessiz sessiz konuşuyordu. Bulduysanız eğer bana yeni kelimeler bulup yeni cümleler kursanıza diye kalbinin acıyan dili bağırıyordu. Belki o cümlelerle yeni taptaze nefesler alabilir ve şu evrene kocaman bağırabilirim diyordu. Bağırdığım her harfle içimin kaybolmuş çocuğunu bulabilirim. Nereye saklanmışsa saklanmış işte. Ben bulamıyorum seni, sen bul beni be adam ve yüreğinin kırık uslarının yanına koy, belki gökyüzü oluruz, Kim bilir diyordu.
Her sabah yatak odasının aynasına bantla yapıştırdığı N.Gaiman’ın cümlelerini okuyordu. “Kimsenin sahip olmadığı ve olamayacağı bir şeye sahipsin; kendine”. Senin sesin, senin aklın, senin hikâyen, senin bakış açın. Öyleyse yaz, çiz, yarat, eğlen, dans et. Ve yalnızca senin yaşayabileceğin, yalnızca senin sahip olabileceğin o hayatı yaşa.”
Kelimeleri dökülmüş dişler gibiydi, harf harf dağılmışlardı ve o dağılmış harfleri toplayamıyor, sevdiği adama bir türlü seslenecek anlamlı cümleler kuramıyordu. Bir zamanlar kelimelerden kolları vardı ve yazdıkça onun kalbine dokunuyor, çoğalıyordu. Şimdi ise suskunluğunun cümleleri vardı ve kendine bile söyleyemiyordu. “Zaman sana unutmayı öğretmez. Sadece susman gereken konularda tecrübe sahibi yapar.” Aklına gelen bu cümleyi hangi kitapta okuduğunu hatırlayamadan birden içinin suskunluğundan mırıldandı.
İnsan seslerinin, duyguların ve ten kokularının birbirine karıştığı bir şehirde tanışmışlardı. Buralarda kimse kendi teninde kokmuyor, kendisinin sandığı duyguları yaşamıyordu, ama ne olduysa bir gün birbirlerinin kokusunu duydular ve körler gibi birbirlerinin yüreğinin rotasına tutundular. Dilsizler gibi saatlerce gözleriyle konuşuyorlardı ve yüzlerinin gülümseyen çizgilerini beyinlerinin odalarının duvarlarına bir tablo gibi asıyorlardı.
Bir gün ne olmuşsa olmuştu ve sevdiği adam “ben buralardan gideceğim, bekle beni sevdiğim” demişti. Giderken onu da yanında götüreceğini sanıyordu ama sevdiği giderken yanında onun yüreğini götürmüştü. O ise yüreği olmadan yaşayamıyordu.
O da ten kokularının birbirine karıştığı şehirden, elinde bir kitapçıdan aldığı ve kendi içine dair umut cümleleri aradığı kader kitabını alarak bir sahil kasabasına taşındı. Her gün bu kitabı okuyor ve teselli verecek cümleler arıyordu. Okuduğu teselli cümleler ise şöyleydi; İnsan yapım aşamasını tamamlamamış bir varlıktır ve olumlu ya da olumsuz olaylar yapımın temel taşlarıdır. Bu taşlar gelişip, olgunlaşmanızı sağlar. Yaradan omuzlarınıza kaldıramayacağınız yükler yüklemez. Dünyaya gelen her insan bir kader programına tabidir. İnsanın ne yapacağını, başına ne geleceğini Yüce Allah ezeli ilmi ile biliyor. Ancak Allah’ın bilmiş olması, insanın o işi yapmasını zorlamaz. Çünkü Allah, insanın önüne sonsuz seçenekler koyar. İnsan kendi iradesini kullanarak, hangi yolu tercih ederse, Allah onu yaratır. Dolayısıyla sorumlu olan insanın kendisidir. Hayat bir yolculuk, önünüzde birçok yol var ve o yollardan hangisinden yol alacağın senin elinde diye devam ediyordu.
Hayat yolculuğuna devam etmek için, içinin kırık ve soru işaretli cümleleriyle o oturduğu banktan kalktı. Evine geldiğinde posta kutusunda öylece duran mektuba uzandı. Mektubun üstünde kendi adını görünce şaşırdı, çünkü buraya taşındığından bu zamana kadar hiçbir mektup gelmemişti. Mektubun uzaklardan geldiği üstündeki pullardan anlaşılıyordu. Evinin kapısını açıp doğru mutfağa gidip, mutfak masasının sandalyesine oturdu. İçinin unuttuğunu sandığı duyguları minik minik sesler çıkartıyordu. Elinde duran mektubu heyecanla açtı. “Sevdiğim kadın ve yüreğimin diğer yarısına” diye yazan mektubu okumaya başladı.