Dünkü yazımızda; “Son yıllarda bir  “yüzleşelim” edebiyatı aldı başını gidiyor. 
Olur olmaz her yerde, ilgili ilgisiz her ortamda biri ya da birileri çıkıp, “tarihimizle yüzleşmeliyiz…” diyor.
Ülkeyi (kendi cahil aklına göre) kendince dönüştürmek isteyenler, bilinçli ve sistematik olarak, tarihi çarptırıyor; kahramanları hain, hainleri kahraman gibi gösteriyor.” dedik, bu konudaki düşüncelerimizi anlattık.
Kaldığımız yerden devam ediyoruz.
… …
Elde yok avuçta yok.
Genç Türkiye Cumhuriyeti, yoklukla mı mücadele edecek, ekonomisini mi düzeltecek, örgütlenmeye mi ağırlık verecek, yoksa biri bitmeden diğeri başlayan isyanlarla mı uğraşacak?
Dersim, sadece o günlerde değil ki; 1704 yılından beri isyan halinde…
91 aşiret var Dersim’de…(1)
Dersimli (2) bulunduğu coğrafyanın ve kendini bir türlü kurtaramadığı feodal düzenin esiri… Ağalar ne derse o oluyor Dersim’de. Vergiyi de, salmayı da ağalar toplayıp, ceplerine indiriyor.
*     *    *
1754, 1785, 1796’lı yıllar,  eşkıyalığın bölgede en yoğun yaşandığı yıllar.
Osmanlı da isyan eden aşiretlerin başka bölgelere iskânına, karar veriyor. 
1796 yılında, Dersimli eşkıyaların ileri gelenlerinin başları kesilip, İstanbul’a, dönemin padişahının ayakları önüne seriliyor.
Cumhuriyet döneminde olduğu gibi Osmanlı Döneminde de; Dersim’de, sürekli tedip (ıslahat) ve tenkil (sindirme, uslandırma) harekâtları yapılıyor. Ama bütün bu yapılanların etkisi, sadece birkaç yıl sürüyor. 
İflah olmaz Dersim Aşiretleri, ilk fırsatta tekrar soygun ve talana başlıyor; engellenince de isyana… 
Çünkü Dersimlinin, tarıma uygun olmayan bu sarp arazilerde yapacağı başka hiçbir şey yok. 
Nuri Dersimi gibi, Koçgiri Aşireti Reisi Alişer Bey gibi o dönemin Zaza/Kürt aydınları, 400 yıldır her türlü otoriteden uzak, başına buyruk yaşamış bu aşiretlerin ileri gelenlerinin beyinlerini yıkayıp,  istedikleri gibi yönlendirmesini iyi beceriyorlar.
Bir de yöre halkının ağzına, dış mihraklar tarafından 1920 Sevr Anlaşmasının 62. Maddesiyle çalınmış bir parmak bal var. 
Bu maddede; “…Kürt Halkının Türkiye’den ayrılarak bağımsız olma arzusunda bulunduğu ve eğer Milletler Cemiyeti’ne başvurulursa ve Milletler Cemiyeti de halkın bağımsızlığı gerçekleştirecek güçte olduğuna kanaat getirirse, bunun uygulanmasını Türkiye’ye tavsiye edecektir…” deniyor.
Ajanlar, yerli işbirlikçileriyle birlikte, aşiretleri, sürekli; “Sevr’de, lehinize böyle bir hüküm varken, sırtınız yere gelmez…” telkinleriyle dolduruyorlar.
Hal böyle olunca Dersim’i ve Dersimliyi zaptı rapta almak mümkün olmuyor.
*     *    *
Dersim sert bir coğrafya. Munzur Dağları, Şeytan Dağları, Palandöken Dağları doğal bir sur, doğal bir kalkan gibi . 
Munzur Suyu, Murat, Karasu ve Büyüksu ile çevrili Dersim, bu delice akan nehirlerin ve onları besleyen derelerin ortasında ada gibi kalıyor. Çevresindeki dik yamaçlar, derin vadilerle yarılıyor, birbirinden dar boğazlarla ayrılıyor. Küçük, büyük binlerce mağara, bölgenin aşiretleri için bulunmaz sığınak yerleri oluşturuyor.
Eşkıya vurup, kırıp, uçsuz bucaksız sarp dağlardaki bu mağaralara çekiliyor.
Böyle bir bölgede düzenli bir ordunun savaşması mümkün değil. Hele hele büyük bir harpten yorgun, bitap bir şekilde çıkmış bir ordunun, olağan savaş yöntemleriyle böyle bir gerilla savaşından galip çıkması hiç mümkün değil.
Genç Türkiye Cumhuriyeti, çaresiz uçaklarını devreye sokuyor.
Sonrası malum…
*     *    *
Şimdi, hadi gelin yüzleşelim…
Dersim bu…
Dersimli de bu…
Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin içinde bulunduğu koşullar da böyle…
Bu durumda, ne yapabilirdi de yapmadı Genç Türkiye Cumhuriyeti?
Genç Türkiye Cumhuriyeti, bunca devasa sorunları varken, bunlarla büyük bir sıkıntı ve yokluk içersinde mücadele ederken, durduk yere, laf olsun diye mi girdi Dersim’e?
Dersim Halkı çok masumdu da; Devlet yok yere mi bu tatsız olayları yaşadı ve yaşattı?
Dönemin sömürgeci güçlerine ve harami kılıklı aşiretlere karşı; “Tamam… Kabul… Pes…” mi demeliydi?
“Verdim gitti vatan topraklarının bu parçasını size…” mi demeliydi?
… …
Evet, doğrudur;  onulmaz acılar yaşanmış ve yaşatılmıştır bu topraklarda.
Evet, doğrudur;  Aleviler; sadece bu olaylar nedeniyle değil; asırlar boyunca bu coğrafyanın en çok mağdur edilen, en çok kıyıma uğratılan kesimidir.
Evet, doğrudur; kurunun yanında pek çok da yaş yanmıştır. Aileler bölünmüş, parçalanmıştır.
Ama kabul edilmelidir ki; bu bir harp halidir. Olmak ya da olmamak mücadelesidir.
Savaş olan her yerde acı vardır, keder vardır, hüzün vardır. Doğrular kadar, yanlışlar da vardır.
Benzeri acılar, diğer savaşlarda, diğer isyanlarda da (karşılıklı olarak) yaşanmış ve yaşatılmıştır.
Bundan böyle, bu tür acıların yaşanmamasına çaba göstermek, herkesin görevi olmalıdır.
Ama bütün bunlar; tam 400 yıldır, ayaklanmayı huy haline getirmiş yöre insanlarını, bu huyundan vazgeçirmek için gereğini yapmak durumunda kalan devlete, böyle densiz üsluplarla saldırmayı da gerektirmez.
Tek yönlü duygudaşlık (empati) olmaz; duygudaşlık, çift yönlüdür. Taraflar olaya böyle yaklaşmalıdır.
Bu coğrafya çok özel bir coğrafyadır. Bu coğrafyada acı ve çığlık, hiçbir zaman eksik olmamıştır. 
Ama artık olmalıdır…
Geçmiş acıları kaşımak, taraflara hiçbir şey kazandırmaz.
Olası acılara, olası çığlıklara neden olabilecek tavır, davranış ve söylemlerden özenle kaçınılmalıdır.
O nedenle, başta siyasetçiler ve yöneticiler olmak üzere, herkes ağzından çıkan sözlere, kaleminden dökülen sözcüklere dikkat etmek zorundadır.
Hele o kişi devleti yönetiyorsa, daha çok dikkat etmek durumundadır.

(1) Dersim, gümüş ve demir madenlerinin yatağı olarak biliniyor. O nedenle yöreye, “gümüş kapı” anlamında “Der-Sim” denmiş. 
(2) Zaza ve Alevi Kürtlerin asli kimlikleri Türkmen’dir.
Zazalar, Orta Asya’dan Hazar yolunu izleyerek gelmiş, daha ana yurtlarındayken yarı Türkçe, yarı Farısice konuşan bir Türk boyudur. Yeni yurtlarında (Dersim’de) Dicle boyundan gelen ve Kırmanç denilen ve yine Farisi bozması bir dille konuşan halkların etkisiyle anadillerinden ve karakterlerinden tamamen uzaklaşmışlardır.
(3) Dersim Yöresinde sadece Zazalar değil, Ermeniler de yaşıyor. Ermeni Tehciri sonrası bazı Ermenilerin, Kürt kisvesi altında yörede kaldıkları, anadillerini bırakıp, Zazaca ve Kürtçe konuştukları biliniyor.
(4) Türkiye Cumhuriyeti ilk Kürt İsyanı 1924 Nasturi ayaklanmasıyla yaşanıyor. Onu 1925 Şeyh Sait, 1925 Raçkotan, 1925-37 Sason, 1926 Birinci Ağrı, 1927 Mutki, 1927 İkinci Ağrı, 1927 Bicar, 1929 Asi Resul, 1929 Şeyh Abdülkadir,  1930 Mayıs’ı Savur, 1930 Haziran’ı Zilan, 1930 Temmuz’u Oramar, 1930 Eylül’ü Üçüncü Ağrı, yine 1930 Eylül’ü İkinci Berzenci, 1930 Kasım’ı Pülümür ve 1937 İkinci Sason İsyanları…