Gerçekler ve yüzün, aynanın diğer yönünde gizli, alamazsın, bakamazsın, dokunamazsın. Ne zaman kendine kötü davransan, aynanın diğer tarafına geçmeye çalışır ve öbür yüzüne bakmak için can atarsın.
Belki de kendini, seni, diğerlerini anlamaktan korktuğundan kapıları zorlayamazsın. Diğerleri kimlerse hiç bilemedin. Belki de bilmek mi istemedin? Ya da onlar mı seni bilmek istemediler?
Yüreğine her şeyin ağır bir yük gibi geldiğinde, nefes alıp kalbinin kanı pompalayamaması, kan gitmeyen ellerinin uyuşukluğunu hissettin. Bazen ise, çok üşüdün, yazın o sıcak terler akıtan güneş altlarında.
Duygu nedir? Neden bu kadar önemlidir? Diye sorular sordun geceler boyunca, uykuya hasret gözlerin bir koltukta bükülüp kaldın. Sabah olunca çoğu zaman neden buradayım diye, kendine sorular sordun.
Zaman! Ah o noktalı cümleleri doldurmadan geçen zaman. Şimdi çok geç olmasa da erken de değil biliyorsun. Kendinle yüzleşme zamanlarını neden geleceğe yüklüyorsun? Geleceğe çok şeyler yüklediğinin farkında değil misin?
Sırlı kelimeler, kalem, kâğıt, duygu, insan, aşk çaldın. Hiç birini veremedin, vermeyi istemedin. İstemek ne kadar önemli, elindekileri verirsen belki hiç olacağından korktun.
Bir kutu yapıp en bulunmaz yere sakladın. Seni, beni, onu, herkesi, her şeyi.
Neden bu sıralar harflerin başında oturduğunu biliyor musun? Üç-beş cümleyle bir dünya çizmek mi? Çizdiğin dünyada neler olacak? Neler sığdıracaksın?
Dışarıda güneş kollarını açmış, sense bir ağustos böceği tembelliğindesin. Oturduğun yerden sadece seyrediyorsun. Koltuk mu çok rahat, yoksa düşüncelerin mi çok ağır?
Dışarıya çıkıp, koşmak isterken delice, seni bağlayan ne?
“İpleri veren kim? Neden düğümlerini sıkı sıkı atmışlar?” diyorsun. Bileklerin acıyor, morarıyor ve parmaklarının uçları uyuşuyor. Sen beyninin düşünen merkezini uyuşturmak isterken, “Neden parmaklarım?” diyorsun.
Aslında kapısı kayıp ev gibisin, pencerelerine yağmurlar yağıyor. Sana ise sadece cama vuran yağmurlara el sallamak düşüyor. Kimlere el sallamadın ki? Bütün sevdiklerin seni otobüs duraklarında yalnız bırakmadı mı? Ya da onları sen yalnız bırakmadın mı o vedalarda? Üşümüş ellerini nefesinle hohlayıp ısıtmaya çalışmadın mı? Oysa ki yüreğini ısıtacak bir güzel söze hasret, ellerin hep havada asılı kaldın.
Kapısı kayıp ev gibisin ve içinin eşyalarını da saklamışlar. Kalbini arıyorsun. Aslında bir zamanlar sol üst cebinde kıpır kıpır zamanın akrebi ile yarışıyordu. Bütün fırtınalara rağmen yüreğindeki umut dolu çocuk el sallamayı unutmuyordu. Şimdi, alıyorsun eline gri boyalarını, bütün aynaları griye boyuyorsun. Ruhuna ise hiç bir zaman uymayan elbiseler deniyorsun. Gülümseyişin, bir yara izi gibi yüzünün kenarında öylece duruyor. İçten bir gülümsesen bütün yaralarını görebilirler, işte en çok da ondan korkuyorsun. Kapatıyorsun kapılarını ve sonrasında açabilmek için anahtar arıyorsun. Oysa ki elinde tuttuğun anahtar hiç bir kapıyı açmıyor. Düşündüklerine hangi anahtar uyar? Aklının o kapalı odasını hangi anahtar açar? Bilen yok. Bildiğini sandığın cümleler ile sustuğun cümleler hep aynı. Ama sen eski sen değilsin.
Her şeyi, yağmur vuran camın yanındaki kanepeye kedi gibi kıvrılıp izliyorsun. Kafanın içinde dönüp dolaşan "Her şeyi zamana bırakmalısın” cümlesinin içinde kayboluyorsun. Demezler mi aynı yoldan geçenler "zaman her şeyin ilacıdır” Sen de hep o yüzden "zaman”ı bekliyorsun.
Her şey kalbinin üzerinden geçerken, kalbinin altında kalıyorsun.
Bugün gözlerini hiç çekmemecesine gökyüzüne baktın. Bulutlardan şekiller yapmaya çalıştın. Sadece çalıştın, ama başaramadın. Baktığın o bir kaç dakika ne kadar uzun geldi gözlerine, gözlerin bulanıklaştı. Sen içindekilerin bulanıklaşmasını isterken...
İçinde neler var? Neler gizli oralarda ya da aklının hangi odasına koydun sakladıklarını.
Çıkar ve yıka her şeyi. Üzerindekilerle başla...
Sonra bedenini ve en son yüreğini...
Sen yüreğini en son ne zaman yıkadın?