Bir zamanlar, insanların zevklerinin peşine takılıp, unutup gittiği, unutulmuş bir ülke vardı. Bu ülkede yüreğinin bütün kızıllığını maviye boyayan, deniz gibi mavi bir kadın yaşardı. O kadın bir gün yüreğinin cümlelerine ses, koku, renk veren gök gibi mavi bir adamı sevdi.
Pencereye yaslayıp kafasını, dışarıda yağan yağmuru, suların camda bir çizgi gibi akıp gidişini seyrederdi. Herkesin yağmurdan kaçmak için etraf da koşturmasını izlerdi. Her şey siyah ve beyaz gibiydi. Öyle bir an da gökkuşağının çıkmasıyla renklendi bütün evren. Kim boyalarını unuttu ki dışarıda ya da kim boyadı baştan sona? Son mudur başlangıç, yoksa başlangıç sonlara mı gebedir, nedense hiç bilemedi?
Bilmedikleri o kadar çok iken ahkâm kesen insanlara, bütün yazılan çizilene, kadere kadersizliğe sövüp ağlayanlara üzüldü. Sahi kader hangi hayatın toplamından olmuştu? Hangi hikâyede kaybetmiştik düşlerimizi? Hangi hikâyeye girmeye çalışırken yakalamışlardı, yüreğimizi? İçimizdekilere bir kılıf, okuduğumuz ve altını çizdiğimiz cümlelerde arayıp durmuştuk.
Oysaki orada yazılanlar bir rüyadan ibaretti. Rüyalar gerçek değildi. O zaman neden rüyalarda ağlayan, ağlayarak uyanıyordu? Rüyalarda ki korkuları kim sokmuştu beynimize? Renklerimizi kim çalmıştı? Neden sadece siyah beyazdı yürekler? Oysaki açsalardı içini göreceklerdi her taraf gökkuşağı gibi rengârenk ama kimse göremiyordu. Onlar ki, kendi göz pencerelerini silmeye unutanlardı.
Hani bir şarkı vardır ya eskilerden “Telgrafın tellerine kuşlarda konar” İşte o kuşlarda etrafta yoklar çünkü siyaha boyanmış bir evrende uçmaya korktukları için saklanmışlardı. Bizim kendimizi içimize, yüreğimizi bedenimize saklandığımız gibi diyordu.
Simdi aç içinin sandıklarını, sakladıklarını ve bağır evrene bağırabildiğin kadar, kimsenin seni duymadığına da üzülme. Bu zamanda kimsenin, kimseyi duymaya tahammülü yoktu.
Mavi kadın, bazen gece olunca, yukarıda ışıklar saçan o beyaz yuvarlağa ulaşmaya çalışıyordu. Ona elleriyle ulaşmaya çalışırken, birden aşağılara düşüvermişti. Düştüğü yer bir kuyudan farksızdı. Tırnaklarıyla o kuyudan çıkmaya çalışıyordu. Tuttuğun her taş parçası ellerinde kalıyor, tırnaklarının dibi kanlarla doluyordu. Kan revan içinde kalan ellerine bakıp, içinden “vazgeç artık” sesini duyuyordu. Vazgeç sesine inat tırnaklarını söke söke tırmanmaya çalışıyordu. Birden kuyunun içine bir ipin sarkıtıldığını gördü.
Bu derin kuyulardan çıkmak uğruna o ipi sarkıtan insana güvenmek istedi. Belki yüreğindeki kötülükleri yıkayıp asan insanlar vardır düşüncesi şimşek gibi beyninden geçti. İpin ucunu tutup, gökteki maviliklerin içinden ona göz kırpan o aya dokunabilecek kadar yakın olduğunu, ipin diğer ucundaki gök gibi mavi adamın gözleriyle hissedince çok şaşırdı.
Bu zamana kadar kime güvendiyse, elleri boşluklara asılı kalmıştı. Nerede duyduğunu bilemediği “Cevaplarının güzel olmasını istiyorsan güzel cümleler kuracaksın” sözünü yüreğine mandalladı. İnsanlara güvenmek için son hakkı kalmıştı ve yıllardan beri o hakkını kullanacak kadar değerli birisini bulamamıştı. Gök gibi mavi adamı görünce içinden bir ses “buldun” demeye başladı. Mavi adam, onun kanayan ellerini avucunun arasına alıp, iyileştirmek için sevgiyle öpüyordu. Birden aklına küçükken dizlerinin üstüne düştüğünde, annesinin öpünce geçen yaraları geldi.
Zaman taş kesilmiş ve onları o ana hapsetmiş gibiydi. Elleri mavi adamın avuçlarında acısını unuttu. Gözlerini gözlerine dikmiş ve öyle bir bakıyordu ki, bu duygu dolu bakışa bir cümle dahi bulamadı. Kendini, denizin ortasında mavilerle dolu bir adada, mavi nefesler alırken, mavi adamın kollarında özgürlüğe doğru uçtuğunu hissediyordu. Etrafta öten kuşların seslerine yüzlerce duraksız notalar yazıyordu, mavi papatyaları ilk defa bir tene dokunur gibi seviyordu. Burada zaman yoktu ve kendi içinin penceresinden kendini seyrediyordu.
Ilık esen rüzgâr tenini inceltmeden yüreğine eğilip şarkılar fısıldıyordu. Mavi adam onun gözlerindeki aynalara bakıp, böyle buyurdu Zerdüşt diyerek konuşmaya başladı. “Yaşam bana şu sırrını verdi: “Bak, ben kendini daima yenmeye mecbur olanım! Nerede aşağılama ve yaprak dökümü varsa, orada hayat kendini kudret uğruna feda eder. Sonu olmayan bir iyilik ve kötülük yoktur. O daima kendini yenmeye mecburdur. İnsanlar arasında yaşamak güçtür, susmak çok güçtür de ondan. Kişi yüreğini sıkı tutmalı: onu bir koy verdin mi, aklını da pek çabuk kaçırır.”
Bir zamanlar, insanların zevklerinin peşine takılıp unutup gittiği, unutulmuş bir ülke vardı. Bu ülkede yüreğinin bütün kızıllığını maviye boyayan, mavi kadın, yüreği masmavi bir adamı sevdi. Unutulmuş ülkede nice rüzgârlar esse de, fırtınalar kopsa da sevgiyle tuttuğu o eli hiç bırakmadı. Uzaklardan gelen Dalida-Julio Iglesias - La vie en rose şarkısının eşliğinde birbirlerine sıkıca sarılarak dans etmeye başladılar. Müzik hiç susmadı.
Yüreğinizde mutlaka bir dal saklamalısınız. Unutmayın ki bir gün mutlaka gelecektir kuşlar ötmeye.