Ekonomik dengeler bozulmuşsa, ülkede yokluk ve yoksulluk kol geziyorsa o ülkede kadın ve çocuk haklarından bahsedemezsiniz. Buralarda töreler, gelenekler, günü geçmiş yasalar, ilkel sahiplenme duyguları, diğer yandan kadının ekonomik bağımlılığı kadının pek çok yaşamsal hakkını elinden almasının ötesinde onu öldürüyor, katlediyor. “Ya sev beni, ya da terk et” mantığı buradan doğuyor.

Kadının doğal yaşam döngüsü, ona dayatılan bir emre, ya da zorlu bir sürece dönüştürülüyor. Kadının doğurgan oluşu, çocuğunu emzirmesi, beslemesi, yaşatma, büyütme, sahiplenme içgüdüsü, kadını yuvanın bekleyeni, koruyanı ve sahibi durumuna sokuyor. Kadın hayatın öznesi, ortağı, özü ve yaratıcı kaynağı demiştik. Çocuğunun ve dahası biyolojik olarak evrende insanoğlunun sahibi ve anasıdır.

Yalnız yaşamak zorunda kalan kadına, toplum pek çok, çirkin yaftalar yapıştırmıştır. Her konumda kadın haksız çıkmış, ezilen örselenen o olmuş, hatta ötekileştirilmiştir. Erkeğin azgınlığı ve zalimliği karşısında, kadın sığınma evlerinin doğmasına sebep olmuştur. Bu evler o ülke insanının beyninde, dünyasında, yıkılmadığı sürece, orada kadın özgürlüğünden ve uygarlıktan bahsetmek, sade suya tirit çekmektir ve boş bir hamasettir.

Kadını yok sayan ve küçümseyen davranışların ardı arkası kesilmez. Örneğin “Kadına hesap ödetmek, erkeğin şanına yakışmaz”, “Senin aklın ermez, erkek işine” deriz. “Elinin hamuru ile erkek işine karışma.” deriz. “Evde erkeğin dediği olacak”, “Bu evde erkek benim, dediğimi yapmak zorundasın.”, “Çalışmak senin neyine, otur evinin kadını ol.”, “Kız çocuğu okuyup ta ne olacak?”, “Kadından yönetici olmaz”, hatta bazı bölgelerde kaç çocuğun var deyince sadece erkek çocukların sayısını belirtip kızları sayıya bile dâhil etmemesi. Kadını hesaba katmadığımızın açık göstergesi. Bu gelenek elbette tarihten geliyor. Örneğin Osmanlıda kadını nüfus sayımında saymıyorlardı. Keçiyi, kuzuyu, danayı, ineği sayıyorlar fakat kadını saymıyorlardı.

Toplumun özellikle yobaz kesimi kadını tam bir köle olarak görür. Dahası kadından öcü gibi korkarlar. Bütün kurgularını kadın üzerine yaparlar. Kız çocuklarının okumasından, uyanmasından öcü gibi korkarlar. “Saçının teli dahi gözükmemeli”, “Anasının dizini görmek tahrik unsurudur” sapıklığı. Kadını çarşafa sokmakla yetinmez, iki gözü ile dünyayı görmeyi çok görürler, yobazlığın dozuna göre, bu bazı yerlerde tek göze düşer. Doz artınca o da yetmez, kadını tam olarak çuvala sokar, burka ile kadın evreni perde arkasından izler. Üstelik de bunlar kadının özgürleştirilmesi adına yapılır. Tarikatlar arası yarış, sen daha karanlığı savunuyorsun, ben daha fazla yarışı sürüp gider. Karanın da karası, karanlığın da zifiri karanlığıdır. Ne yazık ki,

Kadından korkunun temeli şudur; Kadın doğurgandır, biyolojik hayatın doğanın öznesidir. Konumu gereği güzide bir varlıktır. Güzel duyan, güzel düşünen, güzel anlatan anne, evreni de güzelleştirir. Doğuran anne, çocuğunu bakıp büyütürken, bakıp beslerken, çocuğunun saçlarını okşarken, yavrusunu öpüp, koklarken, kulağına eğilip insanlığı, özgürlüğü, aydınlığı, sevgiyi, evrenin güzelliklerini fısıldamasından korkarlar.

Kadın önce üretimde, sonra üleşimde, dahası yönetimde yer almadığı sürece bu karabasan devam edecektir. O halde önümüzdeki yerel seçimler, daha çok sayıda kadının yönetimde yer alması için önemli bir fırsattır.