Yöreler Renkler Festivali 13-20 Eylül tarihleri arasında Muratpaşa Kent Meydanı’nda yapılmaktadır. Konserler, yöresel lezzetler satış ve tanıtım stantları, dans gösterileri içeren bir etkinlik… Antalya, Adıyaman, Ağrı, Amasya, Bitlis, Burdur, Çankırı, Çorum, Divriği, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Gaziantep, Giritliler, Hakkâri, Isparta, İzmir, Kahramanmaraş, Kayseri, Konya, Malatya, Nevşehir, Osmaniye, Sivas, Yozgat il ve yörelerine ait dernekler ile Rus Sanat ve Kültür Derneği katılımcılar arasında… Antalya’da önemli bir Rus nüfusun yaşadığının işareti... Antalya’nın Muratpaşa Belediyesi tarafından düzenlenen bir etkinliktir bu. (Konser ve dans gösterilerinin ücretsiz olduğunu da not olarak ekleyelim.)
Muratpaşa ilçesi kentin gelir düzeyi orta ve ortanın üzerinde insanların yaşadığı bir bölgesidir. Ayrıca öğrenim düzeyini de siz hesaplayın lütfen. Bu paragrafın altını çiziniz… Bu noktaya döneceğiz.
Etkinliklerin başladığı gün bakılıp da görülmeyen bir fotoğrafı sizinle paylaşmak istiyorum.
Festival alanına girdiğimde yöre derneklerinin stantlarında çeşitli yiyecek ve içeceklerin satışa sunulduğunu gördüm. Etkinliğin adına uygun, ismiyle müsemma bir durumdur ki aksi de olamazdı.
Stantların sonuna doğru gittiğimizde Antalya Sanatçılar Derneği (ANSAN) ile Antalya Şair Ozan Yazar, Tiyatro, Ressam ve Bestekârlar Kültür Derneği’nin (ANŞOYAD) birer standı olduğu görülmektedir. Şair ve yazarlar okurlarıyla buluşmak ve kitaplarını imzalamak için beklemektedirler.
Etkinliklerin duyurulduğu broşürde bu iki derneğin adının yer almaması çeşitli gerekçelerle açıklanabilir. Festival’in tanımı “yöre lezzetleri” bağlamında yapılmıştır veya adı geçen dernekler geç müracaat ettikleri için broşürde isimler yer almamıştır.
Bu durum çok mu önemlidir? Hem evet, hem de hayır… Ama konumuz bu değil…
Etkinliğe gelenler yöresel yeme içme stantlarını gezdikten ve/veya alışveriş yaptıktan sonra aklın ve ruhun gıdası kitapların önünden başlarını çevirip bakmadan geçip gitmektedirler. Okurlarıyla buluşmak isteyen yazarların psikolojisini varın siz tartınız. “Ne gibi kitaplar var?” diyerek bir bakış ve ilgi yoktur.
Yukarıda altını çiziniz dediğim paragrafı hatırlayınız. Gelir ve öğrenim düzeyi ile kitap arasında ters orantı kurmanın mümkün olmadığı bir sosyokültürel ve sosyoekonomik bir yapının temsilcilerinden söz ediyorum.10-15 lira verip kitap almak o düzeydeki insanların bütçelerinde gedik açmaz.
Bu bir sonuçtur ve sonuçlar üzerinde patinaj çekmenin kimseye bir yararının olmadığını hayat bize öğretmiştir. Çünkü yaşam sebep-sonuç zincirinde bir kesintisiz akıştır.
İşte burada sözü Fransız hukukçu ve siyaset bilimcisi Maurice Duverger’ye bırakmanın zamanıdır.
Duverger, iletişim teknolojisinin insanlar üzerinde kurduğu bilinçli baskı üzerine şunları söylemiştir:
“Kapitalist iletişim sistemi ‘halkın ahmaklaştırılması’ diye adlandırabileceğimiz bir sonuç doğurmaktadır. İnsanları, entelektüel düzeyi çok düşük, çocukça bir evren içinde hapsetmek amacını gütmektedir. Sürekli olarak krallar, kraliçeler ve öteki sözde büyüklerin giyinişleri, içinde yaşadıkları dekorun şatafatı, içi boş tarihsel hatıralar, halkı ahmaklaştırmak için kolayca kullanılır. Bu araçlarla halk, gerçek dışı, yapay, düşsel ve çocukça bir âleme daldırılır; dikkatler böylece gerçek sorunlardan başka yerlere çevrilir. Kapitalist iletişim araçlarının kurbanları, vatandaşlık görevlerini yerine getirmeye çok az hazırlıklıdırlar.”
Bir zamanlar galiba 1990’lı yıllarda bir slogan vardı. “İnsan Okur” Günümüzde bu sloganı kullanan bir kitapevi ve bazı internet siteleri var.
Küresel çeteler, insanları istedikleri gibi yönlendirebilmek için okumayan, salt televizyon seyreden bir canlı türüne dönüştürdüler. Eğer okumak isterse sistemin dayattığı kitaplarla yetinmek zorundadır. Bu tasarıma da “Toplum Mühendisliği” adı verilmiştir.
“Hem şişman, hem de dersine çalışmamış” diye bir söz vardır. Kitaplara ilginiz insanlarımızı suçlamak kolaydır. Ama bu tavır, insanların uzaktan kumandalı bir robota dönüştürülmesini engelleyemez. Toplumlar uydulardan üzerlerine atılan bir ağ ile esir edilmişlerdir. İşin acı tarafı, kendilerini pek özgür hissetmektedirler. Televizyon yayınları ve reklamlar ne almaları, ne yemeleri ve içmeleri, ne okumaları konusunda kitlelerin beynini yıkamaktadır.
İnsanları robotlaştıran bu eylemin faili küresel çeteler ve uzantı dosyaları işbirlikçilerdir. Bir diğer deyişle kapitalizmin ve onun Siyonizm ile ortak çocuğu emperyalizmdir.
27 Aralık 1919’da Ankara’ya gelen Mustafa Kemal Paşa’nın ilk eylemlerinden biri Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’ni yayına başlatmasıdır. 10 Ocak 1920… TBMM’nin açılışından dört ay önce… Bu gazetede başyazarlık görevini de üstlenmiştir. Mustafa Kemal Atatürk’ün sözleriyle yazımızı bitirelim.
“En büyük düşman, düşmanların düşmanı, ne falan ne de filan milletler; bilakis bu, adeta her tarafı kaplamış ve bir saltanat hâlinde bütün dünyaya hâkim olan kapitalizm afeti ve onun çocuğu olan emperyalizmdir. Bir zamanlar, tarihin eski bir devrinde dünya birtakım zalim hükümdarların istibdatları altında esilirdi. Sonraları milletler, bu istibdadı yıktılar. Fakat bu defa da onun yerine paranın, sermayenin zulmü geçti. Sermaye, bugüne kadar dünyada yapılmış olan bütün fenalıkların yegâne etkeni, yegâne mesulü idi; eğer bütün dünyayı süratle istila eden kapitalizm aleyhtarlığı olmazsa, bu zulüm yarın da devam edecektir.”
Bazı düşünürler çağımız için “Yeni Ortaçağ” diyorlar. Yeter mi? Yetmez… “Yeni Köleci Çağ” sözü bizce cuk oturuyor. Çünkü insanlar uzaktan kumandalı kölelere dönüştürülmüştür. Efendiler dururken kölelere kızılır mı?