“Hastane önünde incir ağacı/Annem ağacı
Doktor bulamadı bana ilacı/Annem ilacı”

Halk türküsü

Temel, arkadaşlarıyla kahvede sohbet etmektedir. Fadime’nin rahatsızlığı nedeniyle hastaneye gittiklerini; doktorun domuz gribine yakalandığını söyler. Geçmiş olsun dilekleriyle birlikte rahatsızlığının geçip geçmediği sorulur. Temel’in derdi büyüktür. Hastalığının geçtiğini söyler, ama domuzluğunun geçmediğinden dert yanar.

Gelen, gideni aratırmış. Kuş Gribi, Kırım Kongo, Domuz Gribi gibi salgınlar peş peşe geldi. Çevremizdeki dostlarımızı kaybederek acıları yaşadık. Tarihte hiç beklenmedik dönemlerde yok olan uygarlıklar var. Uzmanlara göre iklim değişiklikleri, salgınlar o toplumları tarihten silmiştir.

Yeni gelen salgın diğerlerini unutturdu. Televizyonlarda koronayla ilgili haberleri izliyoruz. İnternet ortamında karşımıza yine aynı salgın çıkıyor. Farklı ülkelerde aşılar üretiliyor. Birinci faz, ikinci faz çalışmaları yakından izleniyor. Masa başında konuyla ilgi bir haber yazılsa inanmayan kalmaz!

Korona salgını zaman içerisinde değişime uğrayacaktı. Hastalık, insafa gelip ölümcül etkisini kaybedecekti. Onunla beraber yaşamaya alışacaktık. Beterin beteri varmış. Nur topu gibi yeni doğmuş bir hastalığımız oldu Salgın hastalık daha hızlı bulaşıcı oldu. Falcılara sormak yerine sorunun asıl kaynağını bulmak, çözüme giden yolun ilk adımı olacak.

Aynı kuşlar, aynı tavuklar binlerce yıldır bizlerle birlikte yaşadı. Kuş gribi nedeniyle onlara düşman olduk. Suçlu bulundu; cezası verildi. Kırım Kongo salgını geldi. Suçlu olan kenelerdi. Domuzluk yapanlar, domuz gibi olanlara ek olarak domuz gribine yakalananlar ortaya çıkmaya başladı.

Bugünlerde fazla konuşulmuyor. Kanser, AİDS, kalp rahatsızlıkları, virüs mikrobu gibi yayılıyor.

Eğri oturup doğru konuşalım. Halk arasında ince hastalık olarak bilinen verem hastalığına çare bulunmuştu. Behçet adında bir doktorumuz bir hastalığa çare buldu. Yeni aşı üreten kurumlarımız, yeni ilaç geliştiren insanlarımız vardı. Kolera, tifo, kızamık, Şark çıbanı gibi hastalıklar koruyucu hekimlik sayesinde önlendi.

Başka canlıları, başka insanları suçlamak alışkanlık oldu. Günümüzde elli yaşın üzerinde olanlar doğal gıdalarla besleniyordu. Elma kurtluydu. Derelerden temiz su akıyordu. Gökyüzünden asit yağmurları yağmıyordu. Anadolu’nun köylerinde yüzbinlerce insan hastaneye gitmeden, sıradan bir ağrı kesici ilaç kullanmadan sağlıklı olarak yaşayabiliyordu.

Günümüzde tarlaya ekilecek tohumluk buğday öncelikle ilaçlanıyor. Ekim yapılırken kimyasal gübre kullanılıyor. Buğday çimlendiğinde yeşil gübre olarak bilinen gübre kullanılıyor. Zararlı otlara, böceklere karşı kimyasal ilaç kullanılıyor. Hasat yapıldıktan sonra un fabrikalarında kaliteyi, raf ömrünü artırmak için kimyasallar kullanılıyor.

Buğday unundan yapılan börekler, çörekler, pastalar, bisküviler, ekmekler kendi payına düşeni alıyor. Aç kaldığınızda ister ekmekle, isterseniz pastayla beslenin sonuç değişmiyor. Yapay tatlandırıcılar, insan sağlığına zarar vermeyen(?) yapay boyalar, tüketicinin damak tadına uygun, tüketimi artıracak işlemler…

Üretilen ürünler uzun süre raflarda bayatlamadan kalabilmeli. Ürünlerin ambalajları tüketicinin ilgisini çekebilmeli. Satış rakamları düşerse beklenen kazanç elde edilemez!

Hoş kokulu görünebilmek için kullanılan parfümler, temizlik için kullandığımız sabunlar, deterjanlar, saçlarımızı parlak gösteren şampuanlar ne kadar sağlıklı?

Sonuçta ilaç üreticisi firmalar, tıpkı silah üreten işletmeler gibi para kazanacak. Onlar reklam yapmaz, pazarlamaya para harcamaz.

Hasta sayısı, hastalık çeşitleri artıyor. Sağlıklı yaşamak için sağlık ürünleri satın alanlar, satanlar kadar mutlu.