12 Haziran Genel Seçimlerinin ülkemizde, esas itibariyle sakin ve demokrasiye yakışır olgunlukta geçtiğini söylemek mümkün. Lokal bazı olaylar olsa da, özellikle Doğu ve Güneydoğu için ileri sürülen açık veya kapalı senaryolar gerçekleşmedi. İktidar partisi kuşkusuz iktidar olmanın olanaklarını da kullanarak % 50’ler civarında oy aldı ve 3. kez tek başına iktidarı elde etti. Özellikle Kürt vatandaşlarımızın demokratik biçimde parlamentoda temsil edilmelerini demokrasimiz açısından önemli bir adım ve kazanç olarak değerlendirmek gerekiyor. Bu sevindirici bir durum. Ancak, önümüzdeki günlerin nelere gebe olduğu düşünüldüğünde işimizin çok da kolay olmadığı anlaşılıyor.

Bir yılı aşkın süredir Kürt açılımından, Alevi açılımından söz eden iktidar bakalım ne yapacak. Yeni bir Anayasa yapılması gündemin başında yer alıyor. Burada Anayasanın değişmez maddelerinin de değiştirilebileceğinden tutun, ileri demokrasi adına çeşitli görüşler ileri sürülüyor. Umuyor ve diliyoruz ki, askeri rejim ürünü olan bu Anayasa gider yerine gerçekten ileri demokrasilerdekine benzer bir Anayasa gelir.

Bu ülkenin vatandaşı olmam nedeniyle elbette ki Anayasa’nın her maddesindeki değişiklikler beni ilgilendiriyor. Ancak, üniversite mensubu bir Akademisyen olduğum için ben bu bağlamda YÖK’ü bir parça tartışmak istiyorum.

1982 Anayasası’nın, kabulünden günümüze, yani otuz yıldır, en çok tartışılan kurumu YÖK olmuştur. Cumhuriyet tarihimizde belki de hiçbir kurum bu kadar tartışma konusu olmamıştır. Bugüne kadar gelip geçen hükümetlerin çoğu YÖK’ü kaldıracaklarını veya değiştireceklerini vaad ettiler. Ama her ne hikmetse girişimler bir türlü sonuç vermedi. Her defasında atılan adımlar geri çekildi. İktidarlar YÖK’ü düzeltme yerine kendilerinin YÖK’ü olmasını yeğlediler.

Aslında YÖK kısaltması iki anlama geliyor. Birincisi Yükseköğretim Kanunu-ki bu 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’dur. İkincisi ise Anayasa’nın 130 ve 131. Maddelerinde yer alan Yükseköğretim Kurulu’dur. Yani 1982 Anayasasından yaklaşık bir yıl önce 1981 yılında hazırlanan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nda Yükseköğretimi planlamak, eşgüdümü sağlamak ve denetlemekle görevli bir üst kurul oluşturulmuş ve bu kurulun görevleri ve yapısı belirlenmişti. 1971 Anayasa değişiklikleri sırasında da böyle bir Kurul oluşturulmuş, ancak o zamanlar yürürlükteki 1961 Anayasası ve 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu’na ve üniversite özerkliğine uymadığı gerekçesiyle Anayasa Mahkemesince iptal edilmişti. 1970-1980 arasında yaşanan olaylar ve bu olayların odağında üniversitelerin olması askeri rejim döneminde yapılan 1982 Anayasası ile üniversiteleri zapturapt altına alacak bir kuruma ihtiyaç olduğu yönündeki düşüncelerle YÖK, Anayasa’nın 130 ve 131. Maddeleri ile Anayasal bir kurum haline getirilmiştir.

Aslında Yükseköğretimi planlayan, eşgüdümü sağlayan ve denetleyen bir kuruma kim itiraz eder. Böyle bir kurumun olmaması nedeniyle 1970’li yıllarda üniversitelerde yaşanan kaosu hatırlamamak mümkün mü? Ancak, aradan geçen süre zarfında YÖK bırakınız planlamayı, eşgüdümü ve denetlemeyi, üniversitenin başında adeta bir balyoz oldu. Mübalağa olmazsa şu denebilir: YÖK asli görevi olan bu üç görevden başka üniversitenin her işine karıştı. Bir Allahın kulu çıkıp da YÖK’ün Türkiye’de üniversiteyi planladığını söyleyebilir mi? Planladıysa bu nasıl planlama? Yerden mantar biter gibi kurulan üniversiteler, niteliksiz ve yetersiz öğretim elemanları ile faaliyete geçen üniversiteler. Gelecek 15-20 yıllık periyotta kapanmaya aday fakülteler, yüksekokullar ve bölümler. Ne ise bu husus başlı başına bir tartışma konusu.

Ancak herkesçe malum olduğu üzere, meşhur YÖK Yasasının en çok dikkat çeken ve kamuoyunda da ilgi uyandıran kısmı Üniversite Rektörlerinin seçimi ve atanması ile ilgili 13. Maddesi. Anadolu şehirlerindeki yeni üniversitelerde Rektör seçimleri yerel kamuoyu ve medya tarafından yakından izleniyor. Sanki milletvekili genel seçimleri yapılıyor. Hemen her aday siyasal yelpazedeki bir tarafı temsil ediyor. Sonuçta siyasi gücü olan tarafın adayı kazançlı çıkıyor. Ondan sonrası yine malum. Rektör fakülteye dekan mı atayacak liyakatından kariyerinden önce kendisine oy verip vermediğine bakıyor. Görev süresi henüz dolmamış yöneticiler kibarca uyarılarak istifa ettiriliyor. Zira, Rektöre oy vermiş onca insan görev bekliyor. Rektörlüğün birinci dört yılı bu çekişmelerle geçedursun ikinci dört yılı garantiye almak için elbette elden gelen yapılıyor. Özetle üniversite denilen bilimsel kurum bilim üretmeyi bırakıp film üretiyor dersek asla abartı olmayacaktır.

Bu olumsuz durumun tek sorumlusu- eğilim yoklaması mı dersiniz ne derseniz deyin-seçim sistemidir. Şurası bir geçektir ki, seçim üniversiteyi kamplaştırmaktadır. Hali hazırda uygulanan bu sistemden daha kötü bir sistem aransa da bulunamaz. Akademisyenler bir profesörü seçiyor. Ama YÖK ayrı bir sıralama yapıyor. Sayın Cumhurbaşkanı kendisine verilen yetkiye dayanarak üç kişiden istediği birisini atıyor. O zaman bu insanlara niye seçtirip de birbirine düşürüyorsunuz. Efendim, akademisyenlerin en çok oy verdiği hocayı Çankaya zorunlu olarak atarsa o zaman Cumhurbaşkanlığı makamı noterlik gibi onay makamı olur deniliyor. Doğrudur. Ama daha akılı uslu bir sistem bulunamaz mı?

Geçmiş üniversite reformlarında rektörlerin seçimi ve atanması 2547 sayılı Yasanın bugünkü şeklinden daha düzgün. Hatta YÖK yasasının 1981’de kabul edilen ilk şekli bile bugünkünden çok daha iyi. 

Şimdi Cumhuriyetten günümüze uygulanmış üç üniversite Reformunda Rektörlerin atanmasına bakalım:

1933 Reformu’na göre (2252 sayılı Yasa) Rektör, Milli Eğitim Bakanının teklifi üzerine ortak kararname ve Cumhurbaşkanının onayı ile atanıyordu.

1946 Reformuna göre (4936 sayılı Yasa) Rektör, Fakülte profesörler kurullarının bir arada yapacakları toplantıda iki yıl için aylıklı profesörler arasından, her seçim döneminde başka bir fakülteden olmak üzere, salt çoğunlukla seçiliyordu.

1981 Reformuna göre (2547 sayılı Yasanın ilk hali) Rektör, Yükseköğretimden sonra en az on beş yıl başarılı hizmet vermiş, tercihan Devlet hizmetinde bulunmuş, ikisi üniversitelerde görevli profesörlerden olmak üzere, Yükseköğretim Kurulunun önereceği dört kişi arasından Cumhurbaşkanınca beş yıl için atanıyordu.

2547 sayılı Yasanın bu hükmü 1992 yılında değiştirilerek hali hazırdaki mevcut uygulama getirilmiştir. Yani akademisyenlerce seçilen ilk altı aday YÖK’ e gidiyor, YÖK  bunu üçe düşürüyor. Cumhurbaşkanı üçten birini atıyor.

Yukarıdaki uygulamalara bakıldığında eğer seçim=demokrasi ise en demokratik olanı 1946’da getirilen 4936 sayılı Yasa.

Ama şurası bir gerçek ki, mevcut uygulama üniversiteye yakışmıyor. 1950’lerde çok partili hayatla birlikte özellikle belde ve köylerde görülen çekişme ve kamplaşmanın benzerini ne yazıktır ki, üniversiteler yaşıyor.

Yeni Anayasa değişikliklerinde, 30 yıldır yılan hikayesine dönen YÖK’ün de bir çözüme kavuşturulması en büyük dileğimizdir.