İstanbul surlarında halkın girip çıktığı kapılar vardır. Okullardaki tarih kitaplarının penceresinden bakarsanız Yedikule; zindanları ve Genç Osman’ın 1622 yılındaki katli ile hatırlanır. Yedikule, III. Murat devrinden sonra siyasi mahkûmların hapishanesi olarak kullanılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu zamanında yabancı bir devlete savaş ilan edildiğinde İstanbul’da bulunan o devlet elçisinin barışa kadar Yedikule’de hapsedildiğini, II. Mahmut devrinde ise Tanzimat’tan sekiz yıl kadar önce Sultanahmet Meydanı civarındaki Aslanhane’de bulunan ve saraya ait aslanların Yedikule’ye taşındığını anlatır Ragıp Akyavaş “Asitane” adlı kitabının birinci cildinde.
İstanbul’un gündelik yaşamında ise Aksaray’dan sonra uzayıp giden tramvay yolu, minarelerin şerefeleriyle göz göze bakışan kiliselerin çan kuleleri, kıyıda uzun yıllar havagazı üreten tesisin kömür yığınları, yakın semtlerin sebze ihtiyacını karşılayan bostanları ile hatırlanan Yedikule, göbekli marulları ile nam salmıştır. Dut mevsiminde ise ailelerin bostanlarda dut pikniği yaptıklarını söylerdi babam.
Dut ağaçları uygun bir ücretle kiralanır, ağacın altına serilen apak bir çarşafa silkelenen dutlar afiyetle yenirmiş...
Yedikule dendi mi muhabbet ehli için Safa Meyhanesi gelecektir akla... Eski tramvay yolu üzerinde üçgen alınlıklı bir taş yapıdadır Safa Meyhanesi... Yedikule, halk arasında “Küçük Paris” diye bilinen Samatya’nın yanında cıvıltısı, velvelesi, cümbüşü daha az, yok gibi hatta kendi içine kapanık bir semttir.
Safa Restoran ile 1970’li yıllarda tanışsam da esas ülfetimiz 1980’li yıllarda artmıştır. Dükkâna girer girmez ahşap yüksek tavanlı yapının ferahlığı kucaklar sizi... Ne sigara dumanı olur burada, ne de sizi cendereye alan alçacık duvarlar... Dükkânın arkasında ise daralıp, ama uzayıp giden bir bahçe vardır. Bahçe, yaz muhabbetlerinin ve rakılarının mekânıdır.
Bahçeyi bahçe yapan ise bence küçük ve fıskiyeli bir süs havuzudur. Duvar diplerinde akşamsefaları, sarmaşıklar vardı önceleri... 1980’li yılların ortalarında ise bahçe demir profil ayaklar üzerine bir branda örtülerek kapatıldı. Bu düzenleme yapılırken de duvar diplerindeki Akşam Sefaları ile sarmaşıklar kıyıma uğradı. Bahçenin bir branda ile örtülmesinin sebebi yağmurlu havalar için önlem olmaktan çok bahçenin etrafını çeviren apartmanlardaki mahalle sakinlerini akşamcılardan saklamak için yapılmış gibi göründü bana...
Çoğunlukla dört, beş kişi ile gittiğimiz Safa Meyhanesi muhabbetlerinde eğer boş ise fıskiyeli havuzun yanındaki masa tercihimizdi. Bunun bedeli de bahçeye biraz vakitli postu sermekti...
Zamanı anlamaya ve anlatmaya çalıştığımız sohbetlere eşlik eden su sesi ve serinlik gecelerimizin revnaklı dekoruydu. Seksenli yıllar hızla kendilerini tüketirken birkaç yıl Safa Restoran’a gidemedim. Hayat, kendi yatağının genişleterek akan o bitimsiz nehir, zaman zaman yan yana giden tekneleri uzak kıyılara savuruyordu...
1990 güzü müydü, yoksa yazı mı? Bir arkadaş bana yemek ısmarlamak istedi. Yer seçimini de bana bıraktı. Ben de “Uzun zamandır gitmediğim hoş bir yer var...” dedim ve Safa Restoran’ın yolunu tuttuk.
Bahçeye girer girmez çakılıp kaldım. Fıskiyeli küçük havuz yoktu. “Sizi şu masaya alsam, kaç kişisiniz?” diyerek bizi karşılayan garsona çıkıştım, “Havuz nerede? Ben havuzu istiyorum...” Garson, bahçenin eski halini bilmiyor olmalı ki şaşkın bir yüzle bakıyordu... Şef garson geldi ve “Bir şey mi istediniz?” diye sordu. Ben talebimi yeniledim...” Havuzu istiyorum... Niye yıktınız havuzu, bir masa daha koymak için mi? Bu masanın hesabının öbür masalara bölün, ama havuzu geri verin bize...” Yanımdaki arkadaş da çok şaşırmıştı tepkime... Hayli yüksek sesle yapılan konuşmalar dükkân sahibini de yanımıza getirmişti... Talebimi, bir kez de patrona söyledim ve uygun bir masa seçip oturduk.
Safa Meyhanesi, fiyatları hesaplı olsa da porselen tabakla servis yapılan bir yerdi hâlâ... Teneke tabaklarla servis yapılan ocakbaşılardan farkı mezelerinin çeşidi idi... Kebapçı meyhanelerinde meze bulmak bir sorundur çünkü... Bir defa gittiğimiz bir ocakbaşında garsona ben mezeleri soruyordum, o da bana kebap çeşitlerini sayıyordu... Birkaç tekrardan sonra kebaplardan önce beyaz peynir, salata ve acılı ezme getirtebilme başarısını göstermişti!
Arkadaşa Safa Meyhanesi’nin ne denli önemli ve değerli bir yer olduğunu inceden inceye anlattım. Burası gazetecilerin, akademisyenlerin, sanatçıların ve doğal olarak Yedikule ve civar semtlerin sakinlerinin geldiği şirin bir yerdi. Saat 20.30 sularında dükkânın müdavimleri gelirken biz hesap istedik.
Aradan yıllar geçti... Hayatın suları İstanbul’dan Hitit toprağı Çorum’a doğru aktı gitti. 1990’lı yılların ikinci yarısında İstanbul’a bir geldiğimde, 1970’li yıllardan eski bir arkadaşımla hem de bir Eylül akşamı Safa Meyhanesi’ne gittik.
Gecenin sürprizi müthişti. Fıskiyeli küçük havuz bir yüzük taşı misali yeniden yerine kurulmuştu. Ve havuz başındaki masalar ayrılmıştı... Bize yer yoktu havuz başında yer yoktu ama olsun, havuz yeniden hayata dönmüştü ya... Garson, “Gelmeyen olursa sizi havuz başına alırım...” diyerek bizi boş bir masaya buyur etti. Önce garsona teşekkür ettim, havuzu bize geri verdikleri için... Pek bir şey anlamadı ama bozum etmedi. Biraz sonra, “Bir isteğiniz var mı?” diyerek gelen şef garsona havuz için teşekkür ettim ve bunu patrona iletmesini istedim.
Biraz sonra yanımıza gelen patrona fıskiyeli bir havuz serinliğinde bir tebessümle bakıyordum... “Havuzu yeniden yaptırdık... “dedi. “Her şey aslına rücu ediyor... “ dedim ve teşekkürü de ihmal etmedim. Zaman akıyordu...
Eğer İstanbul’a yolum düşerse mutlaka Safa Meyhanesi’ne uğramaya çalışırım. Ancak içimde hep bir korkuyu taşıyorum. Ya birileri yıkarsa bu binayı diye...


Yedikule Safa Meyhanesi…