Yazarlar neden kıskançtır?
Uzun bir sessizlik oluyor ve uzaklardan onlarca ses kulaklarıma doluyor, ama aralarında içimi tatmin edecek bir cevap cümlesi bulamıyorum. Ben kendi şahsi fikrim olarak yazarları kıskanmak yerine onlara hep hayran olmuşumdur. Çünkü öyle güzel kelimeler kullanıp hikâyesini, romanını ya da düz yazısını yazmıştır ki ona hayran olmamak elimde değildir. Okuduğum ona ait her cümleyle yitip yeniden doğuşun keşfini yaşarım. Okuduğum kitabın her kelimesine dokunup, yüreğime ondan cümleler yapıştırırım. Bazı yazarların soluk alır gibi, türkü söyler gibi, bir çiçeği koklar gibi, yaşar gibi yazmalarının yanında da hep yapıcı olmalarını isterim.
Yapısalcı eleştiri kuramının önde gelen temsilcilerinden biri olan Roland Barthes, edebi metnin amacının, okuru yazarın tüketicisi olma konumundan çıkarmak, onu metnin üreticisi konumuna getirmek ve okura metni onaylamak ya da reddetmekten daha ileri düzeyde bir özgürlük vermek olduğunu savunmaktadır.
Ben bir okur olarak yazarların birbirlerini kıskanmak ve olumsuz eleştiriler yapmak yerine olumlu eleştiriler yapmalarını isterdim. Bu zamane yazarları, olumlu eleştirileri hep ölmüş yazarların yazdıkları üzerine yapıyorlar. Hadi yaşayan yazarlar üzerine bir olumlu eleştiri yapsana, yok yapamaz, çünkü ondan daha güzel yazan birisini düşünemez ve egosu göklerde olduğu için kendisini bazen mavi bir bulut zanneder.
Kendilerine harflerle bir hayal dünyası çizdikleri için, o dünyanın merkezinde hep kendilerini görürler.(İstisnalar hariç) Okudukları her güzel romanı, hikâyeyi hep akıllarının odalarında saklarlar ve oradan çıkartıp kelimeleri cümlelere dönüştürme kayıtsızlıkları ile yaşayıp ölmektedirler. Şimdiki yazarlar yine aynı kayıtsızlık üzerlerinde ve okuduklarını çok beğenmiş olsalar bile sırf kendilerine saklamaya devam ediyorlar. Ben bu yaşıma kadar, bir yazarın başka bir yazar hakkında olumlu bir yazısına şu ana kadar okuduğum kitaplarda rastlamadım.
Şimdiki zamanda yerli yazarların beğendiği ve okuduğu kitaplar ya ölmüş yerli yazarlara ya da yabancı yazarlara aittir. Yazarlar birbirlerine kolay kolay beğenilmeyen pencerelerden bakarlar ve en sevdikleri yazarlar da ölü yazarlardır.
Yusuf Atılgan’ın 1980’lerde Oğuz Atay’ı kaybettikten sonra yazdığı bir yazı var, diyor ki: “Günlerden bir gün, bir paket geldi bana. Açtım içinde bir kitap çıktı: Tutunamayanlar. Kitap imzalıydı ve içinde de şöyle bir yazı vardı: “İlgileneceğinizi umarak…” “Yusuf Atılgan bu kitabı okur, çok da sever. Ama bunu hiçbir zaman Oğuz Atay’a söylemez. “Benim okuduğum kitap o kadar müthiş bir eserdi ki, böyle muazzam bir kitabı kaleme alan birinin daha nice eserler yazacağını düşündüm. Benim yorumuma, iltifatıma, söyleyeceğim iki çift lafa ihtiyacı olmadığını düşündüm. Dolayısıyla hiçbir zaman takdirlerimi ona iletme gereğini duymadım.”
Ama aradan seneler geçer, ortak bir arkadaşlarından şöyle bir şey işitir ki, bu hadiseyi yeniden hatırlamasına sebep olur. “Ben Yusuf Atılgan’a kitabımı gönderdim, ama kendisinden tek bir kelime dahi duymadım. Tek gördüğüm kayıtsızlık oldu.” demiştir Atay. Bunu duyan Yusuf Atılgan çok pişman olur; ancak geçtir artık. Oğuz Atay vefat etmiştir. Ve Atılgan bu anıyı anlatırken der ki: “Eğer bugün hayatta olsaydı, ne yapar ne eder muhakkak onu bulur, karşısına geçer, yüz yüze ona kalemini ne kadar takdir ettiğimi söylerdim.” diyor.
Bir hikâye ya da roman yazmak kendinden dünyadan, kaçış yolundan başka bir şey değildir. Belki de yazarlar kendilerinden bile kaçtıkları için başkalarına ulaşamıyorlar. İçgüdüleri onları iki ayrı yöne çektiği için durmadan kendileriyle boğuşmak zorunda kalıyorlar. Zamanın içinden başka bir zamanı, başka bir dünyayı, nesneler, olgular, eylemlerle yaşıyorlar ve o simgelerle mutlu oldukları için başka şeylere ihtiyaç duymuyorlar.
“Ah! Şu kayıtsızlığın gücü! Budur taşlara milyonlarca yıl değişmeden dayanabilme olanağı veren ”diyor Pavese. Ne kadar da doğru!
Peki, Edebiyat nedir?
Edebiyat nedir sorusuna gelmeden önce, Umberto Eco’nun 2003 yılında, bir UNESCO projesi olarak hayata geçen yeni İskenderiye Kütüphanesi'nde yapılan bir toplantıya konuşmacı olarak çağrıldığına dair Yaptığı konuşmasını aktarmak istiyorum.
"Bitkisel ve mineral bellek: Kitapların geleceği".
“Bir Mısır hikâyesiyle başlayalım, her ne kadar İyonya'lı biri tarafından anlatılmış olsa da. Phaedrus'u yazan Eflatun'a göre, yazının mucidi olduğu söylenen Hermes buluşunu Firavun Tamus'a sunduğunda, Firavun övgüyle, böyle duyulmamış bir tekniğin, insanların başka türlü unutacakları şeyleri hatırlamalarına yardımcı olacaklarını söyler. Ancak Tamus memnun değildir. "Benim becerikli Hermes’im " der, "bellek, sürekli eğitimle canlı tutulması gereken büyük bir armağandır. Buluşunla insanlar, artık belleklerini çalıştırmak zorunda kalmayacak. İçten gelen bir çabayla değil de, dıştan bir araç yardımıyla yapacaklar” der.
Peki, Edebiyat nedir? Sorusuna bilinen en eski yanıtı Platon, Devlet (M.Ö. 375) diyaloğunda “sanatın mimesis olduğunu söylemiş.( Mimesis ‘in ise Türkçe karşılığı taklit, yansıtma, benzetmedir.) Platon’a göre edebiyat; dünyayı, insanları, yaşamı yansıtmaktadır. Aristoteles’in ise Edebiyat ve dil üzerine yapılan değerlendirmesi “ poetika” adlı çalışmasıdır. Eski Yunanca ’da “daha önce var olmayanı yapmak” anlamına gelen poiein sözcüğünden türetilen poetika sözcüğü “edebiyatı kapsamlı bir biçimde ele alan, kurallarını arayan, koyan çalışmaların adı” olarak bugünde kullanılmaktadır.
Platon’dan yüzyıllar sonra bile, Fransız yazar Stendhal’de (1783-1842) sanatın bir yansıtma olduğunu vurgularcasına “Roman, yol boyunca gezdirilen bir aynadır ”demiştir. 1600’lü yıllarda İspanyol yazar Cervantes’in yazdığı “Don Quijote” (Türkçe de Don Kişot olarak bilinir) ilk roman örneğidir
19. yüzyılda roman türünde gerçekçilik egemen olduğundan romantikler, söz söylemek için yeni bir metin türünü “hikâyeyi” yaratmışlardır. Edgar Alan Poe ilk hikâye örneklerini vermiştir. Hikâyelerde genellikle olaylar zinciri ve kişiler aracılığıyla anlatılmaya devam edilir ve anlatılan kişiler ayrıntılı olarak verilir, giriş-gelişme-sonuç aşamasıyla hikâye sonlandırılır. Bu tarz hikâye anlatımı, Maupassant tarzı olarak bilinir. Maupassant tarzı hikâyenin bizim edebiyatımızda en önemli usta eserleri ise, Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay, Reşat Nuri Güntekin vermiştir.
Hikâye anlatımının yanına zamanla kısa anların aktarılması da eklenince durumlar soyut bir anlatımla okuyucuya sunulmaya başlanmış ve dolayısıyla her okur anlatılanlar hakkında farklı yorumlarda bulunmuştur. Bu tarz anlatım Çehov tarzı olarak adlandırılmıştır. Öykülenmekten çok gösteren bir tür olan çok kısa öykü için Rick Demarinis “Bir şimşeğin çakması gibi kısa süreli ama oldukça etkilidir ”der. Çehov tarzı hikâyenin bizim edebiyatımızda en önemli eserlerini Sait Faik Abasıyanık, Memduh Şevket Esendal, Tarık Buğra vermiştir.