Osman Şahin, bu yazıyı Haziran 2011’de İstanbul-Göztepe’de kaleme almış.

Yazıya geçmeden önce birkaç not:

“Ben artık, ‘köy enstitüleri kapatılmış’ lafını duymak istemiyorum.

Artık tek duymak istediğim, ard arda yurdumun dört bir yanında yepyeni, pırıl pırıl köy enstitülerinin kurulduğu haberleri…

Bunu sabırsızlıkla bekliyorum.

Yeterli maddi gücüm olsa, ilkini hemen ben kuracağım…”

Ve Osman Şahin’in yazısı:

Koyun ağılında doğdum. Oğlan olduğum için, kartal tüyü ile gözüme kara sürme çektiler. Kız olsaydım, sürmeyi güvercin tüyü ile çekeceklerdi. Göçebeydik. At, eşek sırtları, kıl çadır altları yurdum oldu. Yalınayak, başım çıplaktı. Duyduğum korkuların çoğu açlık ve üşümek üzerineydi. En çok duyduğum ses, çan sesiydi. Ormanda kaybolmayayım diye boynuma oğlak çanı taktıklarını anımsarım. Her gün bir yerden bir yere göç etmek, bir yerden bir yere konmak zor işti. Ormanlar, dağlar acımasızdı. Bazıları ormanları, dağları güzel, şiirsel bulabilirler. Değildir. Acımasızlığın yurdudur ormanlar, dağlar. Güçlü olanın güçsüzü yuttuğu yerlerdir. Şahin kuşu, çalı yılanını; atmaca, serçeyi; yılan, fareyi yutar, biri diğerinin besini olurdu. Beş yaşımdaydım, yılan soktu ayağımı. Acı içinde kıvranarak bağırdığımı anımsıyorum. Ağabeyim Mehmet koştu yanıma. Ayağımı sokan yılanı öldürdü. Sokulan yeri, kızgın demirle dağladı. Bol süt içirdi. Sonra anam geldi, yaramı sütle temizledi. Ayağı incinmiş, topallayan, bol süt veren bir Gök Keçi’miz vardı. Sürüye ayak uyduramadığı için, anacığım onu başucuma bağladı. Sabah akşam Gök Keçi’nin sütü ile besledi beni. Gök Keçi ikinci anam oldu böylece. Ayağımın şişi indi, iyileştim. Biraz tedirgin, fazla sinirli ve inatçıydım. Anacığım, “Keçi inadı tuttu gene,” derdi.

....

Kalabalık bir aileydik. On üç kardeştik. Anamla babamı da katınca, on beş nüfuslu küçücük bir aşirete dönüşürdü evimiz.

...

1950 yılının mayıs ayında okulumu bitirdim. Babam, “inatçı, zeki” biri olduğumu söyleyerek beni okutmak istedi. Ne ki yoksulduk, parası yoktu. Parasız yatılı devlet okullarından “köy enstitüsü”ne yazdırmak istedi beni. Aksiliğe bakın ki, o yıl köy enstitüleri, öğrencilerini sınavla alacaktı. Sınav şansımı denemekten başka çarem yoktu.

...

Eylül başıydı. En büyük ağabeyim Nezir, üç yıllık askerliğinden yeni terhis olmuştu. Doru atımıza binmiş, beş kilometre doğudaki köyümüzden, Kuzyaka’daki mısır tarlamıza gelmişti. Solgun, masmavi bir işçi tulumu giymişti sırtına. Attan iner inmez gülümseyerek baktı bana. Yüreğimi heyecana boğan güzel haberi getirdi.

“Aferin, Osman, enstitü sınavını kazanmışsın. Senin dışında köyümüzden sekiz kişi daha kazanmış. Yalnız, yaşın küçük gelmiş senin. Enstitüye kaydın için yaşının büyütülmesi gerekiyormuş. Hazırlan! Şimdi benimle köye geleceksin. Babam yarın seni terkisine bindirerek, Mersin’e götürecek,” dedi. Ne diyeceğimi şaşırdım. O ânın yaşamımın en önemli, en belirleyici anlarından biri olabileceğini nasıl bilebilirdim? Büyük bir değişimin başında olduğumu göremiyor, ancak sezebiliyordum. Kim bilir, yörük çadırlarında, göç ve yayla yollarına dağılmış çocukluğum artık gerilerde kalacaktı belki. Bilemem...

...

İşte, gidiş o gidiş oldu. Dicle Köy Enstitüsü’nde okuyacağım, Fırat boylarında köy öğretmenliği yapacağım, sonra Gazi Eğitim Enstitüsü Beden Eğitimi Bölümü’ne gireceğim, ülkemizi derinden sarsan üniversite olaylarına katılacağım, 27 Mayıs Devrimi’ni göreceğim, üç yıl sonra Malatya Lisesi’ne atanacağım; pek çok valinin, bakanın, generalin, milletvekilinin, gazetecinin, yazarın ve film yönetmeninin öğretmeni olacağım; öykücü, senarist olacağım, on beşe yakın ödül kazanacağım, bir kitap eleştiri yazısı yüzünden on sekiz ay hapis yatacağım; otuz kitabımla, bir o kadar senaryonun altına imza atacağım, pek çok ünlü sinema oyuncusu ve yazarla dostluklar kuracağım, festivallerde, edebiyat jürilerinde görev alacağım; İsveç’e, Bulgaristan’a, Almanya’ya, Hollanda ve Belçika’ya, ABD’ye, Suriye’ye davet edileceğim; sempozyumlarda bildiriler sunacağım, üniversitelerde üç yüze yakın konferans vereceğim, yapıtlarımın on iki yabancı dile çevrileceği ve yayımlanacağı, on yedi bin ciltlik kütüphanem olacağı aklımın ucundan geçmezdi. Bütün bunlar, altmış bir yıl önce Toroslar’da adsız, kayıp bir oğlak çobanıyken, kendimi köy enstitüsünde bulduğum, orada yeniden doğduğum için gerçekleşti. Beni ben yapan köy enstitüleridir.

Diyeceğim şudur ki, köy enstitülerini kapatanlar, ülkemize en büyük kötülüğü yapmışlardır.