“Ayağa kalk” dedi zaman, “ utandırma Darvin’ i… Kaç çağ geçti dört ayak üzerinde yürümesinin üzerinden insanlığın…
Hadi doğrul, dik tut başını ve omuzlarını… Bu kadar kolay kabullenme yenilgiyi…
Hayat engellerle dolu, birine takılıp düşmen olası… Düşmenin hiç önemi yok, düştüğünde ne kadar sürede ayağa kalkabildiğindir önemli olan. Çünkü uzun süre yerde kalman sürüngenliğe alışmandır ağır ağır…
Savaşma azmini yitirdiğinde yenilir ancak, düştüğünde yenilmez insan…
Düşmeden önce verdiğin savaş belirler yenilgini… Bir sevgili yüzünden ya da sıradan, yani bencil ideallerine ulaşmaya çalışırken, tüm çabana rağmen kaybetmişsen kavgayı ve her şeyi yaptığına inanıyorsan bir insanı kazanmak için, suçluluk ve pişmanlık duyguları çullanmamışsa üstüne, vicdanın suçlu olduğunu fısıldamıyorsa kulağına iki de bir, sürünmeyi kabullenmen neden?
Kalk ayağa ve tamir etmeye çabala bozduğun çarkı, kırılmış yüreğin yarasını sar, büyüklüktür kabullenmek suçunu, affını dilemek bir demet çiçekle ve iki satır güzel sözle, yüceltir seni, pas tutmuş duyguların yolunu açar…
İçinde dünya varsa ve içinde karanlığa düşmüş insanlığın kurtuluşuna dair bir çaba, ayağa kalkmak için verdiğin savaşta ölmek bile yenilgi anlamına gelmez. Martin Luther’ in, Che’ nin, Deniz Gezmiş’ in yenildiğini yazıyor mu tarih, kim kabullendi öldüklerinde yenildiklerini?
Yolunda yürüyorsa ölümünden sonra da birileri, asırlar sonra bile örnek alınıyorsa azmin, inancın ve inatçı kavgan kimse söyleyemez yenildiğini.
Aldanma merhametli bakışlara, şefkatli sözlere, arkasında göremediğin bir alay saklı. Üstüne basılmış bir böceğe gösterilen sevgiden ibarettir tüm bunlar. Sen yerde kaldıkça, ayağa kalkmak için çaba göstermedikçe zavallı bir sürüngene dönüşürsün… Tiksintiye dönüşür merhamet ve şefkat dolu bakışlar.
Kendisinden alçaktaki insanlara karşı hep şefkatle davranır insanlar, çünkü senin alçakta olman onların yüksekte olduklarını kanıtlar…
Çevrene bak, kırık düşler mezarlığına dönmüş dünya. Tek sen değilsin takılıp düşen.
Güldürme kendini dosta düşmana, daya ellerini toprağa doğrul, ölümünü bekleyenlere inat…
Ellerin yürümen için verilmedi sana, bir şeyler üretesin diye verildi, insanlığın bugünü ve geleceği için…
Saçını okşa sevdiğin insanın, tenine dokun, yaşadığını hissettir ve onun yaşamını kolaylaştırmak için çabaladığını göster.
Sahildeysen el salla geçen gemideki insanlara, miting alanındaysan kaldır elini yukarıya, yumruğunu sık:
“Soracaklarım var” de…
“Neden ekmeğimde gözünüz, umudumu ve geleceğimi neden çaldınız” de mesela…
Nasıl yaparsın bunları, ellerini yürümek için kullandığında…
Hadi doğrul, ağaçlar gibi ayakta öl, ölmen gerekiyorsa. Ölümünden sonra da bir işe yara. Ölü ağaçları düşün mesela… Kurumuş dallarında kuş yuvaları, bir çoban yorgun kaslarını dinlendiriyor, sırtını dayayıp gövdesinde hâlâ… Çürüdüğünde arılar bal dolduruyor içine, rengârenk kelebekler çıkıyor kozalarından.
Bir sobada yanacak en sonunda belki de, çevresinde toplanan insanların sohbetlerini ısıtarak. Sıcak ekmek kokuları yayacak sokaklara, ulaşabilmişse bir fırına. Külleriyle saçlarını yıkayacak ak saçlı, yaşlı bir kadın…
Doğrul, vicdan azabı ol sırtından bıçaklayanların, sürünmeni bekleyenlere bu zevki tattırma…