“Sen bulunmaz bir Büyükbabasın,” diye Cemre sarıldı Zafer Bey’e. “Ama ben şeyi düşünüyorum. O da beni çok rahatsız ediyor ve üzüyor.”

“Neyi kızım?”

“Şimdi o iki adam yakalandı ya?”

“Evet, yakalandı. Yargılanacak, kaçakçılık yapmanın cezasını çekecekler!”

“Ben de onu düşünüyorum işte.”

“Ama Cemre,” dedi Özgün. “Derslerimizde de var bu konular. Yasa dışı işler yapanları polis ve jandarma yakalar. Bunlar savcılık aracılığıyla mahkemeye çıkarılır. Hakim onları eylemlerine uyan yasa maddesiyle yargılar. Suçlu bulunanlar hapishanede cezalarını çekerler. Buna mı üzülüyorsun? Suçlular, elbet cezalarını çekmelidirler. Yoksa toplumda adalet, huzur ve düzen nasıl sağlanır?”

“Bir hukukçu gibi, anlattın Özgün. Aferin sana!”

“Bu konu, okulumda benim bir ödevimdi Büyükbaba. Bu ödevimden on numara almıştım. Anlayamadığım Cemre’nin üzüntüsü.”

“Ben suçlulara üzülmüyorum. Aslında üzülüyorum da; o kadar değil. Ben onların eşlerine ve çocuklarına üzülüyorum. Bu adamlar hapisteyken çocuklarına kim bakacak? O çocuklar toplum içine nasıl çıkacak? Okula nasıl gidecek? Burada bence, sadece suçu işleyen adamlar cezalandırılmıyor. Onların eşleri ve çocukları da cezalandırılmış oluyor. O zavallıların suçu ise, o adamların eşi ve çocukları olmaları.”

“Haklısın yavrum,” dedi Zafer Bey. “Ne yazık ki bu tür adamların suçlarının cezasını aileleri de çekiyor. Ama elden ne gelir ki?”

“Sanki, bu adamlar hapse girecek olurlarsa, onların çocuklarının perişan olmalarına bizler neden olmuşuz gibi geliyor bana. Bunun için üzülüyorum.”

“İnsan olarak başkalarının dertleriyle dertlenmek, elbette insanlığımızın gereğidir. Ama sonuçta biz doğru olanı yaptık yavrum. Bunun sonucunda suçluların cezaevine girmeleriyle, aile bireylerinin sıkıntı çekmelerinin sorumlusu biz değiliz. Ben doğru yaptığıma inanıyorum. Biz bu davranışımızla, değeri milyarları bulan tarihsel eserlerin yurt dışına kaçırılmasını önledik. O zenginlik ülkemizde kalacak. Onun kazancı da tüm ulusumuza yansıyacak. Ülkesinin tarihine, kültürüne ve doğal zenginliklerine sahip çıkan, ülkesine sahip çıkmış olur. Bu böyle biline çocuklar,” dedi Zafer Bey.

Güneş, Yayla’nın üstüne inmişti iyice.

Akşam oluyordu yine. O gün çocuklar, hesapta olmayan çok farklı bir serüven yaşamışlardı hep birlikte. Düşlerinde bile görseler inanamayacakları; yaşamları boyunca asla unutamayacakları bir serüvendi bu. Hala onun etkisindeydiler.

Zeynep izin alarak, evlerinin yolunu tuttu Gamsız’ıyla.

“Bugünkü serüveni mutlaka yazmalıyız,” dedi Özgün. “Okullar açıldığında arkadaşlarımıza anlatacağımız müthiş anılarımız olacak.”

“Bu anıları dinleyenlerin çoğu gerçek olduğuna inanamayacak,” dedi Cemre.

Emre ise:

“Belki de okuduğumuz bir kitaptan, ya da izlediğimiz bir filmden aktardığımızı sanacaklar.”

“Oysaki yaşadıklarımızdan bir film senaryosu çıkar.”

“Doğru söylüyorsun Cemre. Büyükbaba’mın bir arkadaşı vardı hani?”

“Anımsadım Emre. Erkan Ağabey… O birçok belgesel yapmış. İstesek bizim yayla serüvenlerimizi de film yapabilir belki.”

“Bu iş sanıldığı kadar kolay değil Prenses Hazretleri Çok para ister.”

“Ben sanmıyorum Özgün. Ne masrafı olacak ki? Oyunculuk için para almayız. Değil mi Cemre. Oldukça da ucuza çıkar bu film. Hem çok da para kazanır.”

“Adı ne olur?” dedi Özgün

“Herhalde, ‘Yaman Dörtler’ olur”

“Bunu Büyükbaba’ma bir soralım bakalım,” dedi Özgün. “Gerçekten ucuza çıkarsa, telefon edelim Erkan Ağabey’e hemen gelsin çekime başlasın.”

Cemre birden sinirlendi:

“Sen bizimle dalga mı geçiyorsun?”

“Ne dalgası,” dedi Özgün gülerek. “Ben doğruyu söylüyorum.”

“Bu boyacı küpümü ki hemen batırıp çıkarsın da, al sana bir film desin.”

“Elbet ya,” dedi Emre. “Cemre haklı kızmakta. Önce filmin öyküsü, senaryosu yazılacak...”

Özgün sürdürdü:

“Ben bilmiyor muyum sanki. Oyuncular, teknik ekip ve bizim daha bilmediğimiz bir yığın hazırlıklar gerek film çekimi için.”

(SÜRECEK)