“Yaşasın!” diye bağırdılar çocuklar.

“Çocuklar,” dedi Zafer Bey. “Tarihi eser kaçakçıları, kişisel çıkarları uğruna, ülkemizin trilyonlarla bile ölçülmeyen tarihsel ve kültürel değerlerinin, yabancı ülkelere satılmasına aracılık yapıyorlar. Oysa ki bu değerli buluntuları yabancılara satmak; ülke topraklarını yabancılara peşkeş çekmek kadar büyük hainliktir. Ne yazık ki bu zavallılar bunun bilincinde değiller.”

“O bilinci taşısalar, bırakın yağmacılara kaptırmayı, ne pahasına olursa olsun bu tarihsel değerlere sahip çıkarlar. değil mi Büyükbabacığım?”

“Evet yavrum!

Saat 13.00 olmuştu.

“Sahi çocuklar, siz yemek yediniz mi?”

“Hayır Büyükbabacığım,” dedi Cemre. “Yaşadığımız serüvenin heyecanından açlık mı geldi ki aklımıza.”

“Ben de içim eziliyor diyordum kendi kendime,” dedi Emre.

“Hemen sofrayı kuralım öyleyse yavrum. Önce karnımızı doyuralım bir güzelce. Ondan sonra da konuklarımızı bekleyelim. Bir süre sonra buralar şenlenecek.”

Oracıkta dalların gölgesine sofralarını kurup bir güzelce karınlarını doyurdular.

Yemekten sonra da tarihi eserler ve kaçak kazılar üzerine sordukları soruları yanıtladı Zafer Bey.

“Çorum toprakları üzerinde, başta Hattiler, Hititler olmak üzere, Roma, Bizans ve Selçuklu gibi bir çok uygarlığın kalıntıları var.”

“Bu bulduklarımız hangi uygarlığa ait acaba Büyükbaba?” diye sordu Özgün.

Güldü Zafer Bey.

“Bilemeyeceğim. Hititlere, ya da Hattilere ait olabilir. Asıl değerlendirme ve saptamayı elbette ki uzmanları yapacaklardır.”

SEVİNÇLİ BİR HABER

Tam bu sırada cep telefonu çaldı Zafer Bey‘in. Kapsama alanı dışında kalan köyde cep telefonuyla görüşmek mümkün değilken, Yayla’dan çok rahat görüşülebiliyorlardı.

Arayan Zafer Bey’in oğlu Özgür’dü. Havacı üsteğmen olan Özgür, Kayseri’de görevliydi.

İki üç günlüğüne izinli olarak 13 Temmuz Pazar akşamı Çorum’da olacağını bildiriyordu. Buna çok sevinmişti Zafer Bey. Üç gün önce görüşmüşlerdi cep telefonuyla. O nedenle Yayla’da olduklarından haberdardı zaten. Çocuklar da duydular dayılarının sesini; mutlu oldular. Pazar akşamı Çorum’da görüşmek dileğiyle diye kapattılar telefonu.

“Yaşasın!..” diye bağırdılar çocuklar sevinç ve heyecanla. “Yarın akşam dayım Çorum’a geliyor!..”

“Dayımı çok özledim!”

“Sadece sen mi özledin Prenses. Ben de özledim!” dedi Emre.

Özgün de heyecanlanmıştı: “Keşke, dedi. “İzni çok olsaydı da dayım da bizimle birlikte burada olsaydı!”

“Dayımın izni olsa bile, nişanlısı Aylin ablayı bırakıp gelir mi ki buraya?”

“Ben de yalnız gelsin demiyorum ya Prenses. Aylin yengemizle birlikte gelseydiler demek istiyorum.”

“Hayırlısıyla düğünlerini yapsaydık,” dedi Zafer Bey.

“O da olacak Büyükbabacığım,” dedi Cemre. “Şurada 22 Ağustos’a ne kaldı ki zaten.”

“Sadece kırk gün kaldı.”

“Evet şehzade. Dayımın düğününde çok eğleneceğiz.”

“Bu duruma göre bizim de yarın akşama Çorum’da olmamız gerekiyor çocuklar,” dedi Zafer Bey.

Hep dinlemede kalan Zeynep:

“Yarın gidiyor musunuz yoksa?” diye sordu üzüntülü bir ses tonuyla.

“Bu duruma göre, ne yazık ki planladığımızdan iki gün önce dönmemiz gerekiyor Zeynepçiğim.”

Cemre, Zeynep’e sarılarak:

“Üzülme ne olur! Dayanamam sana!”

“Bu ayrılığa elbet biz de üzüleceğiz,” dedi Özgün. “Ama er veya geç günün birinde nasıl olsa ayrılacaktık. Bu bir gün önce, ya da bir gün sonra ne fark eder ki. Önemli olan, başlayan dostluğumuzun bundan sonra da sürdürülmesi.”

“Doğru söylüyor Özgün,” dedi Zafer Bey. “Yarın öğleye kadar buradayız. Bu sürenin de tadını çıkarmaya bakın.”

“Burada hep birlikte unutulmaz güzel günler geçirdik. Bunların anısı bile uzun zaman yeter bize,” dedi Cemre.

(SÜRECEK)