“Bayağı derin bir mağara.”

“Evet. Hala sonu görünmüyor. Elimden tut. Birbirimizden ayrılmayalım.”

“Ayrılmayalım,” dedi Emre.

Biraz daha gittiler. Zemin düz değildi. Hafif inişli çıkışlıydı. El lambasının ışığı karşılarındaki mağara duvarını aydınlattı.

“Sonuna geldik galiba,” dedi Özgün.

“Öyle görünüyor,”

Mağara sonlanmıyormuş gibi görünüyordu ama yanılmışlardı. Mağaranın süreği sola doğru dönmüş ve daralmıştı iyice. Geriye dönüp baktılar. Mağaranın ağzı görünmüyordu artık. Bir ara paniklediler ikisi de Özgün belli etmedi ama Emre:

“Kaybolduk!” dedi telaşla.

“Yapma Allah aşkına Emre! Niye kaybolalım ki. Nasıl girdiysek öyle çıkarız!”

Sola döndüler. Daracık bir koridor gibiydi burası. Altı yedi metre ötede yeniden sola kıvrıldı koridor. Birden bir oda büyüklüğünde genişledi mağara.

Elektriğin ışığını hızla zikzak yaptırdı Özgün.

Taban eğimliydi.

Burası son bölümüydü mağaranın.

Emre, el fenerinin ışığında bir şeyler görmüştü. Heyecanla:

“Bir şeyler var burda!” dedi.

Özgün de heyecanlanmıştı:

“Ben de görüyorum! Bir kazma bir de kürek var! Şunlar da torbaya benziyor!”

“Hem de üç torba!”

“Acaba ne var içlerinde?”

“Bilmem. Bakarız şimdi!”

“Hazine olmasın!” dedi Emre.

“Hazine diye diye herhalde hazineyi bulduk sonunda!”

“Şaka bir yana da, ben gerçekten korkmaya başladım!”

“Ben de korkuyorum ama sakın paniklemeyelim Emre! Torbaların içinde ne olduğunu öğrenmeden de çıkmayalım buradan!”

“Pala denilen o topsakal, bunlardan mı bahsediyordu acaba?”

“Neden olmasın? Olabilir!”

“İçlerinde değerli şeyler olmalı!”

“Şimdi anlarız Emre! Sen el lambasını tut, ben bakayım torbanın içine!”

Yaklaştılar torbalara. Özgün ayakkabısının burnuyla yokladı torbalardan birisini. Yumuşak bir şey vardı. Anlayamadı.

“İçinde yılan çıyan olmasın!” dedi Emre.

“Ağzını hayra aç! Yılan çıyan ne arasın torbanın içinde!”

“Bilinir mi? Sen yine de dikkatli ol!”

Açıp baktı. Kaba bir giysiyi andırıyordu.

“Uyku tulumu olmalı,” dedi Özgün.

Diğer iki torbayı da yokladı ayakkabısının burnuyla. İçlerinde koli kutusuna benzer bir şey vardı.

İkisinin de gümbür gümbür atıyordu yüreği.

Ağzı bağlı değildi torbaların. Bükülüp bırakılmıştı. Özgün dikkatli bir biçimde açtı ilk torbanın ağzını. Gazete kağıtlarına sarılı bir şeyler vardı içinde.

Merak ve heyecanları İyice artmıştı ikisinin de. Birisini çekip çıkardı Özgün. Eliyle yoklayıp ne olduğunu anlamaya çalıştı.

“Açıp baksana!” dedi Emre.

Özgün yavaş yavaş açtı gazeteyi. El lambasının ışığında gördükleriyle merak ve heyecanı, şaşkınlığa dönüşmüştü ikisinin de. Ağzı bağlı, şeffaf naylon torba içinde bir gerdanlık vardı.

“Aaa!” dedi Emre. “Müzede gördüklerimize benziyor!”

“Haklısın!” dedi Özgün.

Yeniden gazete kağıdına sarıp, yere bıraktı. Bir ikincisini çıkardı. Onu da açtı ivediyle. O da naylon torba içindeydi. Bunda da bilezikler vardı. Üzerleri topraktı bazılarının. Bir üçüncüsünü çıkarıp açtı ivediyle. Süs eşyalarıydı.

Bu kez diğer torbanın ağzını açıp baktılar Bunda da yine topraktan çıkmış madeni bir el baltası, bir ikincisinde madeni bir hançer, diğerinde de küpeler ve madeni paralar vardı.

“Diğerleri de heykelciklere ve testilere benziyor!” dedi Özgün heyecanla.

Daha fazla kurcalamadılar.

“Gerçekten define bulduk!” dedi Emre.

“Defineyi biz değil, Pala’yla arkadaşı bulmuş. Bunlar tarihi eser kaçakçısı!”

“Gerçekten öyle! Müzelik eserler bunlar! Şakasını yaparken gerçekten bir gömü, yani hazine bulduk Özgün!”

“Bunlar kaçak kazılarla elde edilmiş tarihi eserler! Bu Pala da tarihi eser kaçakçısı olmalı mutlaka!”

(SÜRECEK)