“Sadece sen mi merak ediyorsun bay Şehzade. Prens de merak ediyor.”

Güldü Cemre’yle Zeynep.

“Tamam kalkalım,” dediler.

Yeniden çantalarını sırtlarına takıp, ağaçlık alanın kıyısı sıra yürüdüler. Ağaçsız Yüceçal’ın tam kuzeyindeydiler. Kemerin Dere’nin iki yamacı da doğudan batıya yeşil bir bitki örtüsüyle kaplıydı. Kemer’in karşısından yürüdüler yukarıya doğru. Güçlükle yürüyorlardı. Bitki örtüsü burada seyrekleşiyordu. Zeynep önde, onlar peşlerindeydi. Sonunda bir kayanın önünde durdu Zeynep. Onlar da durdular. Zeynep eliyle işaret ederek:

“Bakın,” dedi. “Buradan yanlamasına dereye ineceğiz. Aman dikkat edin, kayıp düşmeyin! Bir kazaya uğrayıp yara bere alırsanız, doğrusu çok üzülürüm.”

“Sen hiç merak etme,” dedi Emre. ”Bizler alışkınız böyle yerlere.”

“Nasıl alışkınsınız? Anlamadım. İlk kez gelmiyor musunuz sarp ve çetin kayalıklara?”

Cemre gülerek yanıtladı:

“Hayır canım. Bizler ki Oğlanuçuran Kanyonu’na inmiş sürüvencileriz.”

“Anlamadım! Ne zaman indiniz oralara? Doğru mu Özgün.”

“Doğru. Dün indik. Büyükbabam köye inince; sen de işin nedeniyle bize katılamayınca, biz de oralara indik.”

“Büyükbaba’mın yokluğunu fırsat bildik,” dedi Emre. “O olsa asla göndermezdi bizi oralara.”

“Cemreciğim, keşke ben de yanınızda olsaydım!”

“İyi ama dün sizin işiniz vardı Zeynepçiğim.”

“Üzüldüm işte buna.”

Emre Zeynep’e dönerek:

“Kısmetse bir başka zaman birlikte ineriz.”

“Elbette ineriz,”dedi Cemre. “Nasıl olsa iniş çıkış yollarını öğrendik. Ama biliyor musun, müthiş bir serüven yaşadık Keşke sen de olsaydın. Bir ara kanyondan çıkamayacağız da orada kalacağız diye ödümüz koptu.”

“Demek o kadar sarp ve çetin yerler?”

“Hem de nasıl!”

“İndiğimiz yerden çıkamadık,” dedi Emre. “Başka çıkış yolu da bulamadık. Kaldık mı orda…”

“Özellikle ben, öyle panikledim ki, korkumdan ağlamaya başladım.”

Zeynep de heyecanlanmıştı:

“Vah canım!” diye sarıldı Cemre’ye. Peki nasıl çıktınız sonra?”

Emre gülerek:

“Özgün’ün aklı sayesinde. Dostlu yönü geldi aklına. O taraftan bir çıkış yeri aradık. Sonunda güçlükle de olsa bulup çıkmayı başardık.”

Özgün tamamladı:

“Sonra da Dostlu Tepesi’nden Sarıkis’in önüne inip, oradan da kampımıza ulaştık.”

“Zafer Amca’ya anlattınız mı peki? O ne dedi?”

“Hayır!” dedi Cemre. “Duysa, eminim çok üzülürdü. O nedenle anlatmadık.”

“Aşk olsun mu deyim, geçmiş olsun mu?..”

“Sen geçmiş olsun de yine de.”

“Büyük geçmiş olsun da, yaşadığınız serüveni en ince ayrıntısına kadar dinlemek isterim. Ama önce mağarayı görelim.”

“Tamam canım, anlatırız…”

“O zaman yürüyelim. Mağaraya az kaldık zaten.”

Yeniden hareket ettiler.

Birbirilerine destek vererek, ağaç dallarından, kaya çıkıntılarından tutunarak, dereye aşağı inmeye başladılar. Burası Oğlanuçuran kayaları kadar sarp ve çetin değildi.

Çok geçmeden derenin tabanına indiler. Taş ve kaya doluydu her yan. İki kıyıdaki yamaçlar seyrek de olsa ardıçlar ve meşelerle kaplıydı. Dereye aşağı az bir su akıyordu. Gamsız hemen suyun göllendiği bir yerden şlap şlap su içmeye koyuldu. Onlar da terlemişlerdi iyice. Ellerini yüzlerini yıkayarak serinlediler biraz. Sonra dereye yukarı yürüdüler. Az sonra duran Zeynep, derenin sol yamacını gösterdi:

MAĞARA’NIN

GİZEMLİ KONUKLARI

“Mağara, görünen o sıra kayalığın altında,” dedi.

“Sen buraları hep yalnız mı geziyorsun Zeynep?”

“Hayır. Gamsız’la gelmiştim geçen yıl.”

“Açıkçası Gamsız da olsa yalnız gezilmez buralar. Sen sadece “Yayla Kızı” değil, tam bir “Dağ Kızı” olmuşsun.”

(SÜRECEK)