Dengeleri bozulmuştu. Ayakları ileri doğru kayarken, oturur gibi düştüler üçü de. Cemre, altındaki taşlarla çığlık çığlığa bu dik yamaçtan dereye aşağı kayarken; Özgün’le Emre de bu tehlikeli inişi şenliğe dönüştürmek istercesine kahkahalarla gülüyorlardı. Sanki, karlı bir kış gününde dik bir yamaçtan kızak kayıyorlardı.

Çok sürmedi; peş peşe indiler, sokuldular yoğun fundalıkların altına doğru. Özgün’le Emre’yi sırt çantaları korumuştu peşleri sıra inen taşlardan. En son inen Özgün olduğu gibi, kendisini ilk toparlayan yine Özgün oldu. Dalların altına sokulmuş olan Cemre’ye yardım ederek kalkmasını sağladı. Sonra ikisi bir olup, Emre’yi çıkardılar dalların altından. Üçü de şaşkın ve heyecanlıydı. Biraz da korkmuşlardı.

“Bir şeyiniz yok ya?!” dedi Özgün:

“Yok herhalde!” dedi Cemre. “Ama senin alnın kanıyor Özgün! Bir çalı çizmiş olmalı!”

“Neyse ki önemli değil! Siz de bir şey var mı?”

“Elimin üstü yüzülmüş biraz!” dedi Cemre.

“Bir yerlere sürtünmüş olmalı.”

Emre’nin de çenesi kanıyordu.

“Hepimize geçmiş olsun!” dedi Özgün. “İkinize de yara bandı gerekli.”

Hemen çantasından kolonya, pamuk ve yara bandı çıkardı. Yaralarını kolonyalı pamukla silip temizlediler orada. Ardından da yara bandını yapıştırdılar.

“Açıkçası çok ucuz atlattık!” diyen Emre’ye Özgün:

“Savaştan çıkmış gazilere döndük!” dedi.

“Hep benim dikkatsizliğim yüzümden!” diye Cemre yine kendisini suçluyordu. Dokunsanız ağlayacaktı.

Yapma Prenses!” dedi Özgün. “Hiç de sen sebep olmadın buraya inişimize.”

“Elbet ya. Hem ben kışkırtmadım mı seni inemezsin diye. Biz Özgün’le kafamıza koymuştuk zaten inmeyi. Çanta bir bahaneydi. Kendini boşa suçlama.”

Geri dönüp, kayarak indikleri yamaca baktılar. Gerçekten de oldukça dik görünüyordu.

“Buradan geri nasıl çıkacağız peki?

“Onu sonra düşünürüz Prenses,” dedi Özgün. “Önce şu kanyona inerek, gidip çantayı alalım.”

“Ben de çok merak ediyorum kanyonu,” dedi Emre. “Hazır inmişken gidebileceğimiz yere kadar gidelim. Ondan sonra düşünelim çıkma konusunu.”

“Dediğiniz gibi olsun. Elbet ben de merak ediyorum,” dedi Cemre.

Sarmaşıklardan, asma dallarına kadar her tür yabani bitki iç içe, sarmaş dolaştı burada. Dallar arasından derenin tabanı belli belirsiz seçiliyordu. Sık dalları, sarmaşıkları aralayarak kendilerine yol açıp ilerlediler. Derenin tabanı iki metre kadar derinlikteydi. Fundalıkların dalları derenin üzerine uzanıyordu. Suludere suyu nazlı nazlı akıyordu işte. Aşağılarda bir yerde su kayalardan dökülüyor olmalı ki derenin çağıltısı geliyordu. Daracık bir kanyonla karşı karşıyaydılar. Dereye aşağı sarkan bir ağacın dallarına, yardan dışarıya vurmuş ağaç köklerine tutunarak sırayla indiler aşağıya, suyun kıyısına. Merak ve heyecan daha da yoğunlaşmıştı yüreklerinde. Taban kum ve çakıl olmasına karşın, suyun kıyısı yarı bellerini aşan her türden yabani otlarla kaplıydı. Aşağıdan yukarıya doğru genişliği iki üç metreyi geçmeyen bir kanyon uzanıyordu. İki yandaki kayalar da yükselerek uzayıp gidiyordu yukarılara doğru.

“Sonunda başardık,” dedi Özgün:

“Evet, başardık Prensim.”

Cemre’nin korku ve heyecanı artmıştı.

“Daracık bir kanyon burası. Açıkçası ben çok korkuyorum.”

“Korkacak bir şey yok Prenses. Değişik, ilginç yerler görüyoruz.”

“Özgün doğru söylüyor. Müthiş etkileyici ve heyecan verici yerler. Kim bilir daha neler göreceğiz?”

Önce ellerini yüzlerini yıkayıp, kurulandılar; serinlediler.

İndikleri yerde kanyonun süreği sekiz on metre sonra dönemeç yaptığından ötesi görünmüyordu.

“İsterseniz, aşağıya doğru gidip bir bakalım. Suyun sesi sanki, “gelin de buraları görün,” dercesine çağrı yapıyor bize.”

“Gezip görmeye gelmedik mi Prensim? Elbet gidip göreceğiz.” Ardından Cemre’ye dönerek: “Öyle değil mi Prensesim?”

“Öyle, “dedi Cemre.

Yürüdüler.

(SÜRECEK)