“Aşk olsun Prenses! Ben, sana çiçek getiririz diyecektim.”

“Ay, çok ince davranışlı ve duyarlısınız Şehzade Hazretleri! Çok sağ ol!”

“Bir şey değil Prenses Hazretleri!”

“Bırakın şimdi bu gırgırı da, ne yapacağımıza karar verelim. Ne diyorsun Prenses? Sen istersen burada kal; otur bir çalının gölgesine, bizim dönüşümüzü bekle.”

“Kim bilir aşağıda neler vardır,” dedi Emre. “Eğer gelmezsen, onları görmekten yoksun kalacaksın. Görülmeye değer güzelliklerin sevincini, coşkusunu, heyecanını da Özgün’le biz yaşayacağız.”

“Tamam, tamam! Beni ikna etmeyi başardın Emre. Geliyorum sizinle. Ne demişler: “pilavdan dönenin kaşığı kırılsın.”

“Yaşasın!..” diye bağırdı Emre. “Bir de, “anca beraber, kanca beraber” demişler. Sensiz, bu serüvenin tadı olur mu Prensesim?”

“Olmaz elbet.”

“Adı üstünde ‘Yaman Üçler’iz biz. Bu işi de başarırız. Öyle değil mi Prensim?”

“Öyle,” dedi Özgün. Ardından: “Savulun Yaman Üçler geliyor!” bağırdı. Sesi karşı yamaçtan yankılanıp geri döndü.

“Savulun Yaman Üçler geliyor!”

“Gideceğimizi her yan duydu. Yürüyelim. Ancak; çok dikkat edelim Prensim!”

“Emre ikimizden birimiz öne düşelim. Birimiz de Cemre’ye destek olalım.”

“Tamam. Sen benden daha güçlüsün. Ben önden ineyim, sen Cemre’ye destek ver.”

“Nasıl istersen.”

Emre önden, Cemre’yle Özgün de arkadan inmeye başladılar. Ağaçların, çalıların dallarına, gövdelerine tutunarak kayaların kıyısından destek alarak sürdürdüler inişlerini. Özgün Cemre’nin önündeydi. Hem bastığı yerlere dikkat ediyor, kayıp düşmemeye çalışıyor; hem de Cemre’yi kolluyordu. Çünkü dikkatsiz bir davranış, aşağı doğru kayıp savrulmalarına yeter de artardı bile. Her düşme tehlikesinde Cemre bir çığlık atıyordu. Kıyıları dimdik kaya olan ve devasa bir oluğa andıran bu küçük dere, aşağı doğru daha da dikleşiyordu. Ayaklarının altındaki taşlar basar basmaz yerinden oynayıp kayıyor, diğer taşları da hareketlendiriyordu. O nedenle ayakta durmakta, denge sağlamakta bayağı zorlanıyorlardı. Çoğu zaman aşağıya doğru savrulup gidecekken, ağaçların gövdesinden ve dallarından tutup frenliyorlardı kendilerini. Zaman zaman da kayaların kıyısından destek alıyorlardı. Tutundukları her şey bir can simidi oluyordu onlar için.

Bir ağacın dallarına tutunup durdu Emre: Özgün de peşinden gelip aynı ağaç dallarından tutundu. Cemre kayıp düşecekken yakalayıp kolundan, sağladılar dengesini. Üçü de bir arada, soluk soluğaydılar.

“Böyle iniyoruz ya,” dedi Cemre. “Geri nasıl çıkacağımızı hiç düşünmedik.”

“Nasıl iniyorsak öyle çıkarız,” dedi Özgün.

Cemre yeniden:

“Bu işte, akıllı davrandığımız söylenemez. Kendimizi tehlikeye soktuk. Buradan ötesinde bırakın ağaç dalını tutunacak tek bir çalı bile yok.”

“Az bir inişimiz kaldı Prenses,” dedi Emre. “Suyun çağıltısı çok yakından geliyor. Derenin karşı yamacı da iyice yaklaştı bize. Aşağıdaki fundalıklara ulaştık mı, dereye indik sayılır.”

“Bizim için zor bir serüven olacak Prensesim.”

“Zorluğu da heyecan veriyor insana,” dedi Emre.

“Haydi bakalım,” dedi Özgün. “Buradan ötesini de kayarak ineceğiz herhalde.”

“Ayağımızın altındaki taşlar kızak gibi kayıyor zaten. Burada hüner, düşmemek.”

“Haklısın Emre. Düşsek bile, asıl hüner düşmeyi bilmek ve yaralanmamak. Aman dikkat edelim.”

KANYONDA

İndikleri derenin oluksu biçimi az ötede sonlanıyor, açılıyordu orada. Tabanda yeşilin onlarca tonundan oluşmuş yoğun bitki örtüsü, karışık desenli yeşil bir perde gibi önlerini kapatıyor, göstermiyordu arka yüzü. Karşıki kayalık yamaç dimdik bir duvar gibi yükseliyordu yukarılara doğru. Ve oralarda seyrek de olsa ardıçlar ve meşeler görünüyordu.

Emre, ardından Özgün ve Cemre bıraktılar tutundukları dalları. Özgün Cemre’nin elini bırakmamıştı. Hareket eder etmez de, ayaklarının altındaki taşlar kızak gibi kaymaya başladı.

(SÜRECEK)