“Vay be!” dedi Özgün. “Gerçekten heyecan verici!”

“Bir taş daha yuvarlayalım!” dedi Emre heyecanla. “Seyretmesi hoş oluyor.”

“Seyretmesi hoş oluyor da, yine de dikkatli olun!”

“Doğru söylüyor Prenses. Ayaklarımızla iteklerken iyi tutunalım Şehzadem. Bizi de peşi sıra götürmesin sakın!”

“Götürmesin.”

Öyle yaptılar. Bir daha, bir daha derken; birkaç taş daha yuvarladılar sevinç çığlıklarıyla. Dağı taşı tuttu taşların, kayaların gümbürtüleri. Bir zaman sürdü uğultusu. Onların da heyecandan küt küt attı yürekleri.

“Bu kadar şenlik yeter Şehzade Hazretleri. Hadi bakalım Oğlanuçuran Kayaları bizi bekliyor.”

“Bekliyorsa biz de gidiyoruz Prensim.

“Sıkı dur Aliş’i yiyen kayalar, biz geliyoruz!” diye bağırdı Cemre.

OĞLANUÇURAN KAYALARI

Uçurumun kıyısına koşut olarak yürüdüler güneye aşağıya doğru. Ardıçların, meşelerin sıklığı yürümelerini zorlaştırıyordu. Çardakağaç Düzlüğü’nün bitiminde kubbemsi bir tepe vardı. Oğlanuçuran Kayaları da görkemli bir biçimde bu tepenin alt yanında yükseliyordu. Tepenin doruğuna tırmandılar. Çevreye egemen bir konumda olan kayanın üzerine oturdular. Burası aynı zamanda uçurumun kıyısıydı. Yönlerini kuzeye dönerek geldikleri yöne baktılar. Karşılarında Yüceçal, Yayla; yukarıdan aşağıya doğru uzanan Suludere ve Suludere ormanı… Görkemli görünümüyle seyrine doyum olmaz bir güzellikteydi. Suludere’nin süreği ise, yürekleri ürperten korkunç bir derinlikte görünüyordu.

“Suludere mi çok derin, burası mı çok yüksek acaba Prenses?”

Cemre:

“Suludere ne kadar derinse, burası da o kadar yüksek Prens hazretleri.” dedi. “Bakarken içim ürperiyor doğrusu. Ama bir yandan da korkuyla karışık bir heyecan veriyor insana.”

Uçurumun tepeyle buluştuğu yerden itibaren kıyısı doğuya doğru yarım daire çiziyor, yüz yüz elli metre kadar ilerde daralarak, bir kanyon oluşturuyordu karşı kıyıyla. Buralar, Oğlanuçuran Kayaları’ydı.

Kalkıp uçurumun kıyısı sıra yürümeye çalıştılar. Kayalar ve ardıçlar her yerde geçit vermiyordu. O nedenle bazı bölümlerde açıktan dolaşarak yürümek zorunda kalıyorlardı. Kale duvarı gibi dereyi çevreleyen kayaların daire yapıp daralmaya başladığı yerde durdular.

Kıyıdaki bu sıra kayalardan itibaren başlayan uçurum tabana kadar uzanıyordu. Suludere suyunun yatağı en az yüz elli metre derinlikte görünüyordu. Yamacın yüzü sürekli kaydığından onlarca ton taş kaya yığılmıştı tabana. O taş yığıntılarının olduğu yerden itibaren başlayan kanyon güney doğuya yöneliyordu. O daracık alanda bir ağaç seçiliyordu. Bu bir söğüt ağacı olmalıydı. Taşların kayaların yığınak yaptığı yerin gerisindeki bitki yoğunluğu, karşıki kaya sırasının tabanına değin uzanıyordu. Karşıdaki Dostlu Tepesi bu tarafla bitişik olmalı ki, aradaki dere binlerce yılın aşındırmasıyla derin bir kanyon oluşturmuş.

İşte,” dedi Emre. “Buradan görünüyor derenin tabanı. Burada biraz oturup uçurumdan seyredebiliriz aşağıları.”

“Büyükbaba’mın, bize dürbünle Yayla’dan baktırıp gösterdiği yer burasıydı,” dedi Özgün. “Buradaki kanyona inmiş Büyükbabam. O yığıntı taşların önündeki ağaç da söğüt ağacı olmalı.”

Cemre:

“Nereden, nasıl inmiş bilemem ama insanın bakarken bile içi bir tuhaf oluyor. Buralar çok tehlikeli yerler. İsterseniz geri dönelim.”

“Bırak şimdi geri dönmeyi Prenses,” dedi Emre. “Şu korku ve heyecan verici yerleri bir daha nerede bulabiliriz? Hazır fırsat varken yaşadığımız serüvenin tadını çıkarmaya bakalım.”

“Sıcak terletti, çantalar da iyice yordu bizi. Çıkarıp biraz dinlensek.”

“İyi olur Prenses,” dediler.

Çıkarıp koydular yanlarına.

“Buradan bir resim alayım,” diyen Cemre, çantasından fotoğraf makinesini çıkardı. Fermuarını kapattığı çantasını da önündeki kayanın üzerine koydu aceleyle. İşte ne olduysa o anda, oldu. Uçuruma doğru hafif eğimli kayanın üzerindeki çantanın devrilmesiyle uçuruma düşüp gözden kaybolması bir oldu.

Aynı anda Cemre’nin:

“Çantam!..” diye bağırması;

Emre’nin;

“Çanta gidiyor!..” diye uyarması,

Özgün’ünse;

“Cemre çantan!..” diye haykırması; karşılarındaki kayalık yamaçta yankılanıp, geri döndü geldi onlara.

(SÜRECEK)