“Neden olmasın. Siz serüven yaşamak istemiyor muydunuz? İşte size serüven yaşanacak yerler.”

Cemre heyecanlanmıştı.

“İyi ama” dedi. “Büyükbabam oraların çok tehlikeli olduğunu söylemişti.”

“Dikkatli davranana tehlike vız gelir.”

Ardından Emre’ye döndü:

“Peki Şehzade Hazretleri! Oğlanuçuran Kanyonu’na inme konusunda sen ne diyorsun? Yoksa, Cemre gibi sen de mi korkuyorsun?”

“Neden korkacakmışım. Aslında oraları görmeyi ben de çok istiyorum.”

“Sen tek kaldın Prenses. Biz serüven yaşamaya giderken, sen istersen Zeynep’in yanına gidip orada kalabilirsin. Hem böylesi serüvenler kızlara göre değil. Sizler korkarsınız.”

“Şimdi siz ikiniz; kızlardan daha yürekli olduğunuzu mu iddia ediyorsunuz? Böyle diyerek beni kışkırtacak ve sizinle gelmemi sağlayacaksınız, öyle mi?”

“Hiç de zorlamıyoruz seni. Paşa gönlün bilir. İster gel, ister gelme.”

“Tamam; geliyorum öyleyse. Siz bensiz yapamazsınız orada.”

“Yaşasın!..” diye bağırdı ikisi birden. “Bizden ayrılmayacağını biliyorduk zaten.”

“Ancak,” dedi Cemre. “Büyükbabam, Oğlanuçuran Kayalıkları’nın çok tehlikeli olduğunu söylemişti. Duyarsa, hem kızacak, hem de üzülecektir. Çünkü, bırakın bize herhangi zarar gelmesini, başımızın ağrımasına bile dayanamaz o”.

“Büyükbaba’ma duyurmayız,” dedi Özgün.

“O halde hemen çıkalım yola.”

“Tamam Emre.”

Anneannelerinin çalıyırtan dediği kotlarıyla, montları sırtlarında, kepleri başlarındaydı. Gerekli olabilecek ufak tefek tüm gereksinimleri çantalarındaydı zaten. Azıklarını da aldıktan sonra çantalarını sırtlarına takarak yola çıktılar.

Köyden geldikleri traktör yolundan aşağı doğru yürüdüler. Büyükbaba’larının Oğlanuçuran Kayaları olarak gösterdiği yerler güneyde, Çardakağaç Düzlüğü’nün doğusunda güneye aşağı uzanan bölümdeydi. En az bir bir buçuk kilometre uzaklıktaydı bulundukları yere. Suludere’nin süreği olan bu yerler kuzeyden güneye dağı, derin bir biçimde ikiye ayırmış gibiydi.

yamaçtan Suludere’ye giden traktör yoluna indiler. Buradan itibaren kestirmeden yürüdüler. Arazi, her ne kadar ardıçlık olsa da taşlık kayalıktı yine de.

“Aman dikkatli yürüyün!” dedi Özgün. “Taşlara kayalara tökezleyip düşmeyesiniz! Elimizi, yüzümüzü ve dizlerimizi yaralamamız hiç de hoş olmaz.”

“Bu tür gezilerin doğayla bütünleşmemizde bir tür sınav olduğunu söylemişti Büyükbabam,” dedi Cemre.

Emre gülerek:

“Bu sınavı başaracağız,” dedi.

Her türden yabani dağ otları dizlerini aşıyordu. Tabanları lastik olan spor ayakkabılarıyla rahat yürüyorlardı. İyi tutunuyor, iyi kavrıyordu taşı toprağı.

Çardakağaç Düzlüğü’nün Suludere kıyısına indiler. Derenin tabanı yamaçtaki kayalardan ve meşe ağaçlarından görünmüyordu. Birdenbire başlayan müthiş uçurumun kıyısından aşağılara bakmak bile dehşet ve korku veriyordu onlara. Derenin doğusu Dostlu Tepesi’ydi. Suludere’ye bakan yamaçlardaki kayalar yıkılmış inmişti tabana doğru. Derinliği 150 metreden fazla görünüyordu. Deredeki suyun çağıltısı bile gizemli bir çağrı gibi geliyordu onlara.

“Aman Allahım!” dedi Cemre. “Ne korkunç yerler!..”

“Gerçekten de dehşet verici bir görünümü var buraların!”

Özgün: “İlk kez görüyorum böylesine müthiş yerleri. Ama insana heyecan da veriyor. O da serüvenci ruhumuzu kışkırtıyor doğrusu.”

“Aşağılara inmeyi denemeyeceksin herhalde?” dedi Emre.

“Hayır, istesek de inemeyiz zaten buradan. Ama bizim yerimize inecekleri seyredebiliriz.”

“Nasıl yani?” dedi Cemre.

“Sözgelimi; taşlar, kayalar. Onların nasıl indiğini izleyebiliriz.”

Emre, kıyıdaki bir taşa sarılmıştı bile:

“Gerçekten ben de çok merak ediyorum bir kayanın inişini. Deneyelim bakalım.”

Birlikte zorladılar taşa. Taş yerinden oynadı. Biraz daha çaba göstererek yuvarlamayı başardılar. Yuvarlanan taş, çarptığı taşları da yerinden oynatıp peşine kattı, büyük gürültülerle ardıçların, meşelerin üzerinden aşarak, dereye aşağı geçip gittiler. Gümbür gümbür gümbürdedi Suludere. Bir zaman sürdü yuvarlanan taşların uğultu ve gürültüleri...

(SÜRECEK)