BÖYLE VURUR

Bir gün Timur Hoca’yı, ok atmaya çağırır.

Hoca da kalkar gider, atış yerine varır.

Timur der ki Hoca’ya: “İyi atarım,” derdin.

“Uçan kuşu havada vurduğunu,” söylerdin.

‘Halep ordaysa’ Hoca, derler ki, ‘arşın burda.’

Haydi göster kendini, haydi hedefi vur da!”

Eli, ayağı titrer, Hoca’nın telaşından.

Bela eksik olmuyor, fukaranın başından.

Allah’a sığınarak, alır oku ve yayı.

Herkes merak içinde, izlemekte Hoca’yı.

Hoca ilk oku atar; hedefi tutturamaz.

Der: “Sizin Sekbanbaşı, böyle atar vuramaz.”

Bir ok daha fırlatır, karavanadır yine.

Bu da ulaşmamıştır, yazık ki hedefine.

Bozuntuya vermeyen, Hoca Timur’a döner.

“Böyle atar vuramaz, bizim Subaşı da” der.

Üçüncü denemede, okunu fırlatınca.

Rastlantı bu ya, bu kez, hedefi vurur Hoca.

Sararken yüreğini, mutluluk dolu gurur.

“Hoca Nasrettin de” der, “hedefi böyle vurur.”

Çocuklar kahkahayla güldüler.

“Nasrettin Hoca’nın her fıkrası bizi kahkahayla güldürüp, eğlendiriyor ve düşündürüyor Büyükbaba,” dedi Özgün. “Ama fıkraları şiir diliyle olunca, daha bir hoş geliyor kulağımıza. Ne güzel şiirleştirmişsin.”

“Gerçekten çok güzel Büyükbabacığım,” dedi Cemre.

“Sağ olun çocuklar. Zaten, öğrencilerimin beğenmesi yüreklendirdi beni. Ondan sonra da kitaplaştırdım onları.”

Çocukların istekleri üzerine bir iki Nasrettin Hoca fıkrası daha okudu Zafer Bey.

Bir süre sonra kalkıp cep fenerinin ışığında yürüdüler, Sağlıkçı Musa’nın yayla evine doğru. Ay henüz doğmamıştı. Hava da hafif bir esinti vardı. Ama üşütücü değildi.

Eve yaklaşırlarken Gamsız haberlendi. Önce havladı; sonra, sevinç sesleri çıkararak karşıladı onları.

“Biziz Gamsız,” dedi Cemre.

Hepsini tek tek kokladı köpek. Şaklabanlık yaparak sevinçli sesler çıkararak dönüp dolaştı çevrelerinde.

Sağlıkçı Musa, eşi ve torunları Zeynep, evlerinin önündeki oturma yerlerinde onları bekliyorlardı. Piknik lambasını yakıp koymuşlardı masanın üzerine.

Selamlayarak:

“İyi akşamlar!.. Musa ağabey” dedi.

Ayakta karşıladı Sağlıkçı Musa onları.

“Aleyküm selam Arif Ağamın oğlu ve torunları. Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz. Evimize şeref verdiniz, şenlik getirdiniz. Buyurun hele!”

Tokalaştılar.

“Hoş bulduk. Çok sağ olun.”

Eşi de:

“Hoş geldiniz!” diyerek, hal hatır sordu.

Onu da yanıtladıktan sonra:

“Sen nasılsın Elif Yenge?” dedi Zafer Bey.

“Çok sağ olun, iyiyiz şimdilik!”

“Her sabah sütümüzü gönderiyorsun.”

“Afiyet şeker olsun yavrularıma!”

Çocuklar da her ikisinin ellerine vardı. Zeynep’le de tokalaştılar. Hal hatır sordular.

Sonra oturdular.

Yayla yaşamıyla ilgili karşılıklı sorular soruldu, yanıtlar alındı. Çocuklar daha mutlu, daha sevinçliydiler. Hele de Zeynep…

Radyoyu da hafiften açtılar. Radyo istasyonlarından birinde Türk Sanat Müziği konseri vardı. Hafif bir ses verdiler.

Tam bu sırada komşuları Tatar’ın Kemal geldi eşiyle bile. Sıcak bir karşılaşma oldu. Hoş beş ettiler. Hal hatır soruştular.

“Toru topu üç eviz burada,” dedi Kemal.

“Bir de ağabeysinin oğlu Selami var burada.” dedi Sağlıkçı Musa.

“Evet,” dedi Kemal. “Biraz onların, biraz da bizim davarımız var. Onların peşindeyiz. Ne yaparsın, geçim dünyası işte.”

“Birbirinize de şenlik oluyorsunuz böylece. Tek aile olsanız çekilir mi burada yaşam. Usanır, sıkılırsınız herhalde.”

“Doğru söylersin Zafer Bey. “Yalnızlık Allah’a mahsus” denilmiştir. Zaman zaman akşamları bir araya geliyor, hoşça zaman geçirmeye çalışıyoruz.”

Sağlıkçı Musa derin bir iç geçirdi.

“Eskiden hem kalabalıktı, hem de şenlikliydi Yayla yaşamı. Şimdi tadı düzeni kalmadı bu işlerin.”

(SÜRECEK)