Mustafa yeniden çalıştırdı traktörü, hareket etti. Kulübenin önüne dolanarak, arka arka yaklaştırdı bahçe girişine. Sonra durdurdu. Bahçenin alaca kapısı da kulübenin önüne bakıyordu. Burası bahçenin kuzeybatı köşesi olup, kıyıdaki kavak ve ceviz ağaçlarının gölgesindeydi.

Özgün’le Emre de dolaşıp geldiler.

“Ne güzel, ne sevimli kulübe,” dedi Emre Özgün’e.

“Tıpkı masallardaki kulübelere benziyor.”

“Biz de masal kahramanı gibiyiz burada.”

“Bu kulübe benim sarayım olacak,” dedi Cemre.

“Güle güle hayrını gör Prenses,” dedi Özgün. “Gözümüz yok kulübende.”

“Bize çadırımız yeter. Onu bir Şehzade otağı yapalım da gör sen. Bak nasıl bayılacaksın.”

Traktörün römorkunun arka kapağını açan Mustafa:

“Dayı bu senin torunlar çok yamana benziyorlar.”

“Bildiğin gibi yaman değiller bunlar.”

“Adımız zaten “Yaman Üçler.”Bu adı boşuna almadığımızı sende bilmeden söylemiş oldun Mustafa Ağabey.”

“Yaman Üçler Yayla’da, diye romanımızı yazsın Büyükbabam,” dedi Emre.

“Daha ne adlar bulursunuz kendinize. Hadi bakalım şu eşyalarımızı indirelim önce. Belki işi vardır Mustafa ağabeyinizin. Geciktirmeyelim onu.”

“Tamam Büyükbaba” dediler.

“Acele işim de yok Dayı. Sizi yerleştirmeden gitmem,” dedi.

Önce Cemre’yi indirdi Zafer Bey. Ardından da sırayla tüm eşyaları tek tek uzattı onlara. Onlar da kulübenin önüne taşıdılar onları.

Zafer Bey de atlayıp indi traktörün römorkundan aşağıya.

“Önce,” dedi. “Şu kulübenin içini görelim.”

Kapısını açtı. İçeri girdi Zafer Bey. Ortada bir masa, yanında bir sandalye, karşıda, duvar kıyısında boydan boya bir sedir vardı. Sedirin batı kıyısında üzeri örtülü bir yorganı ve yastığı vardı Robinson Mehmet’in. İçerinin aydınlatılması için, kuzey yanının dışında üç yöne de bir camlık pencere koymuştu. Pencereler tahta panjurluydu.

Mustafa’ya seslenerek panjurları açtırdı. Sol yandaki duvarının yüzünde, tahtadan iki gözlü rafı, rafta da kap kacağı vardı. Duvarları beyaz kireçle badana yapmıştı. Bir koli içinde bardak, tabak, kaşık gibi ufak tefek mutfak eşyası bulunuyordu Robinson Mehmet’in. Taban topraktı. İçerinin de yakın bir zamanda temizlendiği belli oluyordu. Kapının arkasındaki köşede, yine bir tahta kutu içinde bir nacak, keser, testere, çekiç ve çivi gibi araç ve gereçleri göze çarpıyordu.

“Çul, çadır, çadır kazıkları ve direkleri dışındaki malzemeleri buraya taşıyacağız çocuklar,” dedi Zafer Bey. Öncelikle tabana sermek için birkaç gazete gerek…”

“Ben hazırlamıştım zaten,” dedi Cemre. “Buyur Büyükbabacığım.”

“O zaman gazeteleri şu kıyıya serin. Dışarıdaki malzemeleri de getirip bu serili gazetelerin üzerine koyun.”

“Tamam, Büyükbaba,” dediler çocuklar.

“Haydi, Mustafa,” dedi Zafer Bey. “Şu çadırı kuralım önce.”

“Kuralım Dayı,” Ben hiç çadır kurmadım ama yardımcı olurum sana.”

“Sen sadece dediğimi yap, yeter.”

“Tamam.”

Çadırı, çadır direklerini ve kazıklarını yüklenip taşıdılar bahçeye.

Bahçenin çevresi; iğde, kuşburnu ve böğürtlenlerle canlı kıyıya dönüşmüştü Boş olan bölümlerdeki otların boyu dizlerini aşıyordu. Giriş yeri dışında ne dışarıdan içeri, ne de içeriden dışarı kıyıdan geçmek olanaksızdı. Altı andaldan oluşan bahçenin en üst andalının dışında tüm andalları ekliydi.

Çadır kurmak için, en uygun yer bu otlarla kaplı olan andaldı.

“Burası uygun,” dedi Zafer Bey.

Çadırı açtılar. Önce çadırın iç direklerini diktiler. Bu sırada çocuklar da yetiştiler.

“Sazımı da duvara astık Büyükbabacığım,” dedi Cemre.

“Çok iyi yavrum.”

“Dayı bu aslan yeğenim saz çalmayı da mı biliyor?”

“Samsun’da konservatuara gidiyorum,” dedi Cemre.

“Maşallah yav dayı! Ne kadar iyi. Gurur duydum doğrusu. Uzayan kol bizden olsun.”

“Sağ olasın ağabeysi.”

da yardımıyla dış kısımdaki ipleri gerip, kazıklarını taşla çakarak sabitlediler çadırı. Giriş yeri güneye dönüktü.

(SÜRECEK)