“Yaşa Büyükbabacığım,” dedi Cemre. Sarılıp öptü.

“İyi ki senin gibi bir Büyükbaba’mız var.”

“Sen olmasan bizi kim getirirdi buralara?”

“Bırakın yağcılığı da koşun bakalım. Havuzun suyu sizi çağırıyor,” dedi.

Kahvaltı sofrasından kalktıktan sonra gezi için alınacakları hazırlayıp eşya ve malzemeleri paylaştılar. Ardından yola çıktılar.

Sağlıkçı Musa’nın evinin yanına varmadan Gamsız karşıladı onları. Davranışları dostçaydı. Hepsini tek tek koklayıp sevinç davranışları gösterdi. Coşkulu biçimde kesik kesik havladı. Evin önüne dolandıklarında Sağlıkçı Musa’yla Zeynep’i oturur buldular. Zeynep azık çantası elinde hazır bekliyordu.

Zafer Bey dostça selamladı Sağlıkçı Musa’yı:

“İyi günler Musa Ağabey.”

“İyi günler; hoş geldiniz”

“İşiniz yoksa, buyurun birlikte gidelim geziye!”

“Sağ olun. Bugün görülecek bazı işlerimiz var. Zeynep torunum bizim adımıza da gitmiş oluyor sizinle. Neşeniz bol olsun. Güle güle gidin ve dönün.”

İyi günler dileyerek, Yayla’dan Evkaya Deresi’ne giden yola düştüler. Bir süre tırmandılar yokuş yolu. Doruğu arka yüze aşan yolları, geniş bir yay çizerek orman içinden dereye aşağı inmeye başladı. Bu traktör yoluydu. Yolun iki yanı da yoğun bir orman örtüsüyle kaplıydı. Gamsız önleri sıra tin tin gidiyor, arayı biraz açınca bir ağaç ya da çalı gölgesinde bekliyordu. Onlar yetişince yine kalkıp tin tin yürüyüşünü sürdürüyordu.

Çok sürmeden, yoğun güzellikler ve yeşillikler içinde dereye inip suyla buluştular. Su çağlayıp köpürerek akıp gidiyordu aşağılara doğru. Yanı yöresi farklı türde ve biçimde otlarla kaplıydı. Çoğunun boyları çocukların boyuna ulaşmıştı. Suyun iki kıyısı da aşağıdan yukarıya doğru yoğun bir fundalık örtüsüyle kaplıydı. İzledikleri yol derenin tabanından gelen yolla birleşiyor, karşı yamacı aşıp Kırklar’a doğru gidiyordu.

Tam karşılarındaki derenin karşı yamacı ise, suyun çıktığı yöne doğru dimdik kayalarla kaplıydı. Dereye adını veren bu devasa kayaların bir bölümü oyuk, yarık, çatlak; bir bölümü de yıkılmış, suyun kıyısına kadar inmişti. Bazılarının taban bölümü mağaramsı bir görünümdeydi. Yanları yöreleri yabani otlar, çalılar, fundalık ve meşelerle kaplıydı. Zafer Bey; “Evkaya’da Su Sesi” adlı dosyasında bu kayaları şiir diliyle şöyle tanımlamıştı:

“Kayaların yüzünde mağaramsı oyuklar,

Ev gibi nitelenmiş bu görkemli kovuklar.

Bu nedenle demişler, eskiler, “Evkayası”

Bu oyuklar doğanın işlediği oyası.”

“Bu orman sadece meşe ve fundalıklardan mı oluşuyor Büyükbaba?” diye sordu Özgün.

“Hayır,” dedi Zafer Bey. “Bunlardan başka, yabani elma, yabani erik, ahlat, tavşan elması, karakavak, yabani kiraz, kızılcık, ardıç, seyrek de olsa çam ağacı da var. Bunlar ilk aklıma gelenler.”

“Evkaya’nın oralarda da var yabani kiraz,” dedi Zeynep. “Biz ona dağ kirazı diyoruz.”

Yoldan ayrılıp, dereye yukarı döndüler. Suyun kıyısı sıra giden patikadan zorlukla ilerlediler. Öylesine yoğundu ki fundalıklar, dalları patikayı kapatmıştı. Yine gün ışığı sızmıyordu burada toprağa.

Sonunda güçlükle ulaştılar suyun kaynağına. Yassı bir kayanın altından çıkıyordu su. Derenin tabanı da suyun çıktığı yerden sonra yukarıya doğru düzleşiyordu. Derenin iki yanı fundalıklarla kaplıydı yine.

“İşte Evkaya Suyu’nun çıktığı yer. Bir bölümü de on beş yirmi metre aşağıda, derenin sol yanındaki bir kayanın yüzünden çıkıyor,” dedi Zafer Bey.

Çantalarını omuzlarından çıkarıp fundalıkların altına koydular.

“Çok teşekkür ederim Büyükbabacığım,” dedi Cemre. “Sen getirmeseydin nereden görürdük biz bu güzellikleri.”

“Dille tarif edilmez güzellikte derler ya, işte öylesine yerlermiş buralar,” dedi Özgün.

Emre’yse:

“Yaz dönemlerinde sık sık köye gelip, dağa çıkışının nedenlerini şimdi daha iyi anladım Büyükbaba,” dedi.

“Benim de her yıl bir ay Yayla’da kalışımı, doğa sevdama bağlayabilirsiniz,” dedi Zeynep.

Ardından suya seğirttiler çocuklar.

(SÜRECEK)