DEREDE PİKNİK

Oradan tarlanın altındaki yola indiler. Bu yol, Evkaya Deresi’yle Sırçalı Köyü’ne giden yoldu. Sırçalı yolu dereden ayrılıyordu. Yolu izleyerek dereye ulaştılar. Evkaya’dan gelen suyla buluştular. Su, yanında ve yöresinde yetiştirdiği fundalıklara, yeşilin her tonuyla bezenmiş bin bir türdeki bitkilere can vererek, çağıldayıp akıyordu dereye aşağı.

“İşte Evkaya Suyu,” dedi Zeynep.. “Bu su Kışlacık Köyü’ne iniyor.”

“Ne kadar gür,” dedi Emre.

“Eskiden daha gürmüş.”

Çocuklar ellerini yüzlerini yıkayıp serinlediler.

“Dere eskiden tümden fundalıktı çocuklar. Dereye yukarı, davar ve sığırların gide gele oluşturduğu bir patika vardı. Buradaki fundalık Doğu Karadeniz kıyılarını aratmayacak güzellikteydi. Bu şırıl şırıl akan derenin içindeki fundalıklardan gökyüzü görünmüyor, gün ışığı sızmıyordu toprağa. Öylesine gür, öylesine yoğundu fundalıklar. Evkaya Deresi’ne kadar gün ışığı görmeden çıkabiliyorduk. Birkaç yıl önce yol yapım aracıyla köyden Yayla’ya; Alan Düzlükleri’nden Suludere’ye ve Evkaya Deresi’ne kadar yol yapılmış. Fundalıklar büyük bir kıyıma uğratılmıştır.”

“Ama neden Büyükbabacığım?” diye sordu Cemre.

“Köylüye her yıl, Orman İşletmesi’nce kışlık yakacak odun verilir dağdan. Köylü de verilen yeri kesip, odununu bir biçimde indirirdi köye. Yol olmadığı için Suludere’ye traktörünü sokamıyordu köylü. Salt buranın ormanını kesip götürebilmek için yaptılar bu yolu. Suludere fundalıklarını yok ettiler.”

“Çok yazık olmuş,” dedi Zeynep. ”Emeksiz, hazır buldukları için böylesine büyük kıyım yapıyorlar. Kendi çevremizde bile bu kıyıma seyirci kalıyoruz. ‘Yazık!’ dediğimiz zaman: “Durmadan yetişiyor. Ormanın odunu mu tükenir?” diyorlar.”

“Ne yazık ki öyle kızım.”

“Öğle sıcağı da öyle bastırdı ki Büyükbabacığım dedi,” Cemre.

“Şu yandaki fundalıkların altı uygun İsterseniz oraya, suyun kıyısına oturabiliriz. Sıcakta daha fazla durmayalım,” dedi.

Geçip fundalıklar altında, koyu bir gölgeliğe oturdular. Çantalarını da çıkardılar sırtlarından. Olağanüstü bir görünümü vardı buraların.

Zafer Bey:

“Ne çevre kirliliği, ne kentin gürültüsü.

Cenneti aratmıyor burda bitki örtüsü.

Her parçası bir tablo olacak kadar güzel!

Buraları bir ömür kalacak kadar güzel!” dedi.

“Büyükbaba, nasıl da yakıştırıyorsun hemen?”

“İşte geliverdi dilimin ucuna Özgün. Esin kaynağımız, doğanın bin bir ton ve renkteki güzelliği. Gözümüzle gördüğünüz her şey.”

Cemrenin sesi güzeldi. Samsun’da, konservatuarda müzik kursuna gidiyor, iyi de saz çalıyordu.

Biraz dinlendikten sonra Zafer Bey:

“Prenses kızım,” dedi “Epeyce soluklanıp, dinlendiniz. Senden bir türkü dinleyelim mi, ne dersin?

“Hangisini söyleyeyim Büyükbabacığım?”

“Seçim hakkı senin. Hangisini istersen, onu söyle. Çünkü sen tüm türküleri çok güzel yorumluyorsun.”

“Sağ olun Büyükbabacığım. O zaman ‘İki Keklik’ türküsünü söyleyeyim.”

“Dinliyoruz kızım.”

Ve başladı:

Nefis bir yorumla sunduğu türkünün ezgisinin güzelliği, önce yüreklerinin bam tellerinde ses verdi. Sonra tüm çevreye yayıldı.

“İki de keklik bir kayada ötüyor

Ötme de keklik derdin bana yetiyor

aman amman yetiyor

Annesine karalı da haber gidiyor

Yazması oyalı kundurası boyalı

yar benim aman amman yar benim.

Uzun da geceler yar boynuna

sar benim aman amman sar benim.”

(…)

Türkünün ezgisi, ota çiçeğe, kuşa böceğe, dala yaprağa ve de taşa toprağa sindi bir koku gibi; kaldı oralarda. Türküsü bittiğinde bile sanki yankısı sürüyordu hala. Doğa, Cemre’nin türküsüyle biraz daha güzelleşmiş, biraz daha görkemleşmişti sanırsınız.

Önce Zeynep sarılıp öptü Cemre’yi.

“Kutluyorum seni Cemreciğim! Hem sesin, hem de yorumun çok güzeldi!”

“Sağ olasın Prenses kızım. Soluğun gür olsun!”

(SÜRECEK)